Yak Gitsin

Bir sigara yak
Üfle dumanını bıraktığı boşluğa

Sende kaldığı süre neydi ki
Gittiğinde yerinde izi kalsın.
Senin kalemin eğri büğrü yazmaz
Bütün gibiymişlere ıraksın.

Bir tütün sar
Bu kısa hikâyeyi de koy arasına.

Selle gelen selle gider
O hiç gelmedi ki gitsin
Öyle bir göründü sularında
Çıkmadı ki yüzeye batsın.

Bir çay dök
Kalbin ısınmasa da elin ısınsın

Yalanın Kuyruğu

Her an her şey olabilirdi bu aptal dünyada. Tıpkı hayat gibiydi ama burayı seçmek sizin elinizdeydi sadece. Sizin elinizdeydi ama sonrası için inisiyatifler her an başkasına geçebildi.
Tedbir iki defa lazımdı ama burada sayıyı üçe çıkardığınızda kimse siz garipsemezdi. Çünkü “her an ve her şey” ihtimal kılıcının keskin iki yüzü gibi parıldıyordu.
Dostluklar ne kadar da zayıf iplere bağlıydı. Ya da hiç kopmamacasına sağlam. Bilmek bu dünyanın vazgeçilmeziydi ama ortalıkta o kadar bilgi vardı ki, doğruyla yanlışı ayrıdetmek imkansızdı. Her şey doğru olamazdı elbet ama her şey yalan olabilirdi. Ya da bir yananın kuyruğuna takılan bütün doğrular ve bir güruh tüm doğruları teker teker doğrayıp yalan çorbasında kaynatabilirdi.
Ama şunu bilmeyen burada çok yaşayamazdı: Tek doğru sizsiniz ve bir kuyruğa takılmadığınız sürece çorbada adınız geçmezdi.

KAR

Benim doğduğum şehirde pek kar yağmazdı. Hani bir kaç senede bir hasbel kader yağarsa, ortalık bayram yerine döner. Mağlum, üç yıllık birikmiş; kar topu oynama, karda yuvarlanma, kayıp düşme ve "aaa bak kar yağıyor gördün mü" deme haklarını doyasıya kullanırlar.
Geçmişte çok nadir yağsa da o dönemden hala bi fırsatını bulup bu kar kabusunda yapmak istediğim tek şey, şöyle bir geniş alan bir de leğpen bulup, kaymak.

Türbana Soft Bir Bakış, Ya da Kadının Kadına Ettiği...

ODTÜ’dendi o “Hanım Hoca”. Melek Hanım. “Benim ninem kapanırdı, sonra annem müziğe merak saldı –galiba keman demişti- keman dersleri almaya başladı kasabada. O öyle bir yaşamı seçmişti. Ben de onun kızı olarak başörtüsüz bir yaşam tarzını seçtim.” Diye anlatmıştı tercihini, NTV’de bir programda.
Bu ülkede yaşayıp da geçmişinde ya da köklerinde kapalı ataları olmayan insan sayısı en fazla yüzde beşlerle sınırlıdır. Sonradan modernleşmeyle beraber tercihler de değişti ya da değişmedi.
Peki, geçmişte sırf kapananların kurduğu bir baskı rejimi var mıdır bu topraklarda.Aksi örnekleri çok fazla bulabilirsiniz. Ama böyle bir rejim yoktu.
Şu anki gelecekle alakalı endişelerin anlamı nedir peki?
Şimdi işin din-baskı tarafına bir nokta koyalım ve tamamen farklı bir açıdan kafamı kurcalayan bir konuyu konuşalım.
Kadınlar neden başörtüsü yasağını desteklerler?Tamam, kadınları anlamak zordur falan ama bu da karşımızda kocaman bir sorun olarak duruyor.

Farklılıklar: Kadınlar öncelikle farklı olmayı severler, sokağa çıkın 10 tane kadını inceleyin aralarında en az 7 fark bulabilirsiniz. Giyim tarzı, renk seçimi, saç yapası ve rengi, ayakkabı tercihinden tutun da tırnağındaki ojeye kadar farklılaşırlar.
Dikkatiniz çekerim, niye farklı giyindiklerini sorgulamıyorum. Vurgu yaptığım şey farklılıkları. Peki neden bir kadın hem farklı olmayı sever hem de hemcinsinin farklılaşma hakkını desteklemez?

İnanmak: Kahvedeki fala, kara kediye, dedikoduya, ekranda gördüğü bir ürünün reklamına, ya da inanmak istediği herhangi bir şeye kolayca inanabilme yeteneğine sahip olan kadınlar, hemcinslerinin inançlarına nasıl bu kadar katı bakabiliyorlar. Ve bunu niye anlayamıyorlar?

Moda:
Modernizm kapitalizmi de koluna taktıktan sonra moda kadınların vazgeçilmezlerinden biri oldu. Öyle durumlar biliyoruz ki, bir hafta önce giydiğini bir hafta sonra modası geçti diye atan hanımlar var.
Peki, konu başörtüsü olunca neden ısrarla ninelerimizin modası hiç geçmez?
Oysa başörtüsü de kendi modasını keşfetti, modern kadın nasıl değiştiyse, kentlere yerleşen ve modernleşen Müslüman kadınların başörtüleri de bu değişimden payını aldı.
Bunu kadınlardan daha iyi kim anlar?

Özgürlük –Baskı: Feminizmi nasıl bilirsiniz, matematikteki "eşittir" akla getiriyor. En azından bugünün Türkiyesinde. Baskılardan, eşitlilikten, özgürlükten yana söyleyecek sözü olan kadınlar konu başörtüsü olduğunda neden dut ağacına çıkarlar?
Başörtülü kadının kıyafet özgürlüğü, ya da inanç özgürlüğü neden bazı kadınları cezp etmez?
Neden bir anda hemcinslerini anlamamaya başlarlar?
Bu kadın dayanışması denen şey, nereye saklanır da bir türlü çıkmaz bu tartışmalarda ortalığa?

Türkiyede ciddi bir eğitim sorunu var.
Bir kişiyi kurtarmanın bile kazanç sayılabileceği bir dönemden geçiyoruz.
Böyle bir durumdayken bir çok genç kızın hayalleriyle geleceğiyle ve eğitim hakkıyla oynanıyor ve bazı kadınlar bu durum karşısında duvar takliti yapmakta.

Anlamak hakikaten çok zor.

Sevin(eme)mek

Aslında yazılarda parantezi pek sevmem. Konuşurken birden durup, yanındakinin kulağına fısıldamak gibi bir şey. Bu, başlıkta olursa daha da bir sorunlu duruyor. İşte tam da bu sebepten başlığı "Sevinci Kursağında Kalmak" koyacaktım ama, belki "kursak" nedir, bilmeyen çıkabilir diye şimdilik bu projeyi askıya aldık.
Bilirsiniz işte, ecnebilerin sevinci genelde kadeh kaldırma ritüeli çerçevesinde döner ve bu sevinçteki kaza riski de bardakların tokuşmasından mütevellit parmaklardaki kesiklerle sınırlıdır. O da içlerinde bir Türk varsa.
Bizde durum çok daha farklı; bir çok şeyde olduğu gibi sevinme eyleminde de sınır tanımamak gibi bir durum söz konusu:
Düğünlere atılan kurşunlarla birilerinin telef olması, kucaklarken çekilen elense ya da enseye indirilen "şaplak" neticesinde meydana gelen boyun travmaları, deve güreşi ya da her nevi su şakası sonucu meydana gelen kazalar...
Liste buradan Adana'ya çift şeritli yol olur.
Lakin öyle trajikomik bir sevinç hadisemiz var ki, her aklıma geldiğimde gülsem mi yoksa kurbana acısam mı bilemiyorum. Diyeceğim ama hayır, biliyorum; basbayağı gülüyorum. Zira hadisenin komik tarafı trajik olmasından kaynaklanıyor.
Efendim, bir varmış bir yokmuş. En büyük asker bizim askerlerden biri, bu slogan eşliğinde havaya atıp atıp tutuluyormuş. Komando eğitiminin siz asker ocağında başladığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Zira o havaya atılıp tutulma anında gösterdiğiniz atraksiyon eğitimini en kıdemli subayların bile verdiğini zannetmiyorum. Nihayetinde, havaya atılmak kolay ama ya düşerken..?
İşte, bizim hikayemizin de temel noktası buraya dayanıyor.
Asker adayı coşku içerisinde ağırlanıyor, tezahüratlar ve sevinçler evde başlıyor; davullar çalınıyor, oyunlar oynanıyor ve bir kamyonetin kasasında terminale doğru yol alırken dahi sevinç gösterileri durmuyor. yine davullar, yine oyunlar ve işte o meşhur sloganı münasebetsizin biri ağzından kaçırıveriyor...
"EN BÜYÜK ASKER BİZİM ASKER"
Birden cemaat oyunu bırakıyor ve asker adayını önce omuzlara alıp sloganı söylemeye başlıyorlar.

Şimdi burada kısa bir ara verip bizdeki sevinç gösterilerinin nasıl birden sürü psikolojisiyle, Tandoğan mitinglerine dönüştüğünü ve bu dönüşümün daha sonra durdurulamaz bir hal aldığını anlatmam gerekiyor ama hem yazı uzayacak hem de buradan Adana'ya üçüncü bir şerit israf. Biz hikayemize dönelim.

Asker adayı omuzlara alındıktan sonra bu defa da havaya atıp tutma seansına geçiliyor.

Nerde? Kamyonun üzerinde.

Ne oluyor? Asker havaya atılıyor, kamyon o havaya atıldığı için durup inmesini beklemiyor, askerimizin de kanatları yok haliyle, onu fırlatanların ellerine değil de asfalta çakılıyor.

Ve bir askerlik macerası başlamadan –bel kırılmasıyla- nihayete eriyor.

Şimdi bu tavsiyem bizim için abartılı olacak ama “siz, siz olun hiçbir şeyinizi –ki buna sevinçler de dahildir- ABARTMAYIN”

Rüya

Dün gece seni gördüm rüyamda.
Nasıl gördüm, nerdeydik, ne konuştuk, üzerine ne giymiştin, niye karşıma çıkmıştın, bana "Güneşim" demiş miydin, hatırlamıyorum.
En önemlisi kara gözlerinde ne vardı, üzgün müydü, mutlu muydu ya da şaşkın mı?
Ya ben, ben ne hissetmiştim?
Onu da bilmiyorum, ama uyandığımda ruhumda "çağla" tadı vardı.
Buruk ama mutlu?
Ben burukluğu seçtim...

Yağmur Öncesi

Birbirlerine yüksek sesle bağırıyorlardı. Pireler, birer birer deveye dönüşüyordu, ortam da gittikce yankı vadisine... Aslında varolmayan kaç sorun üretmişlerdi, hatırlamıyordu. Bir pıtrak gibi sorunlar çoğalıyor ve üzerlerine yapışıp kalıyordu tohumları. Yanıp sönen sigaralar, dolup boşalan çay bardakları, onlar olmazsa birden uydurulan bir meşguliyet... O içeride bulaşıkları yıkıyordu, sen 5. defa kitaplığı düzenlemiştin.
Birinin kapıyı çarpıp gitmesi gerekiyordu.
Kaçanın cesaret sahibi olacağı bir savaşın ortasında iki korkak, korkularını sesleriyle bastırmaya çalışıyordu.
Ama korku, onu hatırladığınızda uyanır.
Yağmur Mevsimi (2011)