En Bıcırık


Yeğenlerim de olmasa bayram iyiden iyiye sıradanlaşacak.
Gülen, ona buna her şeye gülen, gülmekten yüzleri kıpkırmızı olan, ağlayan, gülüp dururken ağlayan, hastalandığında ağlayan, istediği olmadığında yalandan ağlayan, ağlamış gibi yapan, Ve sürekli gürültü yapan...
Yine de tüm bunlar bayramın daha bir yüksek sesli yaşanmasını sağlıyor.
Sessiz bayramları hiç tavsiye etmem...

Kısa Metrajlı Kaçış

Şimdi gidecek gibisin;

Nedenlerin ağzı bantlı
Çareler kelepçelenmiş
Sevinçler kursakta,
Ayın gözü yaşlı.


Bir çocuk hevesi vardı içimde
Onu da al götür, yük olmayacaksa.
Ispanak böreğindeki tarçın misali
Manasızlık kokan vazgeçilmez sorular
Ya da boğazıma takılı cümleler kalsın.

Eller konuşacak
Bu kısa metrajlı kaçışı
Bir dalga alıp götürecek,
Kumlara yazdığım ihtimalleri.
Tüm mantıklı yolların üzerinde
Tepineceğiz gurur melodisiyle.
Hâlihazırda pişmanlık
Yıllık iznine yollanmışken
Geçmiş kusurları süreceğiz sahaya
Dostlar tezahürat yapacak.
"Seni hak etmemişti" pankartları açılacak,
Taraftar maskeli tribünlerden

Bu kesmezse arkadaş görünümlü figüranlar
Eski Türk filmlerinden ,
Yanlış anlaşılmalar devşirilecek.
Seni kaybetme ihtimalim
Yüzde bilmem kaçlık zamlar gibi
Sevindirecek karaborsa kıskançlıkları.
Egolarımız uçan balonlar kadar özgür
Zihnimizden kalbimize
Gurur gazı pompalanacak
Doğal olarak.

"Dur gitme" bile diyemeyeceğim.
"Gidecek yerim mi var" diyemeyeceksin
Karlar düşecek, düşecek, düşecek ağlayacaksın
İstanbul İstanbul olalı
Böyle saçma keder görmeyecek bir süre.
Bildiğin tüm neşeli şarkıları unutacaksın
Slow bir hüzün dolanacak diline
Septik gidişlere yelken açan ruhun
Arabesk limanlara demir atacak.
Ardından bakakalacağım.

Aşk Çıkmazında...

Aşkın krokisinde çıkmaz bir sokaktayım
Sağ yanımda kiralık acılar
Sol yanımda metruk bir sızı
U dönüşü yapar kağnıya yüklü hevesler
Duvara toslar yalnızlık.

Küçük bir çay ocağı girişte.
Tavşan kanı ihanetler sunar
Öfke tadında.
Yolunu kaybeden neden buraya uğrar?
Ismarlar, tanımadıkları dudaklara.

Saf bir sual sorsam
Sevdanın çekilmez yüzüne
Yüzüme güler
Kiralık aşkların gündelikçileri.

Tırnaklarım avucuma kanatır.
Sıkarım manasız gidişlerin gırtlağını
Neden kendini de kaybeder insan
Kaybolunca pusulası.
Görürüm, dokunamam
Duyarım, anlayamam.

Dolmuşta...

Durakta gördüğüm ilk minibüse binerken;
-Odabaşından geçiyorsunuz değil mi? diye soruyorum.
İstanbul toplu taşıma psikolojisinden kalma bir alışkanlık bu soru. Yoksa Antakya gibi bir şehirde sanayi tarafına giden dolmuşların geçebileceği çok fazla alternatif yok.
-Hangisi? diyor şoför. Şaşırıyorum ama,
-Kaç tane var ki? diye düşünüyorum.
Fakat, düşündüğümü söylemiyorum.Bazen kısa cümleler kurmak daha iyi olabilir. zira bazı şoförler çenelerini evde dolmuş durağında ya da herhangi bir kasiste düşürmüş olabiliyor ve yol bitiyor konuşması bitmiyor. Benimse bu kısa yolu sakin geçirmek gibi özel bir çabam var.
Sadece;
-Mavi jeans'in orası, diyorum.
-İlerdeki mi? diye soruyor.
Antakya aynı markadan ikinci bir indirim mağazası kaldırabilir mi diye düşünmeye gerek yok. Zira ihtimal yok. iyisi mi derdimizi başka bir yöntemle; mesleki kavramlarla anlatmak lazım.
-Rende petrol var, bildiniz mi?
"haa"lamasından konuya vukufiyeti anlaşılıyor. Kendinden emin bir tavırla "Tabi" diyor. "Geçiyoruz"
Ben tam da kısa mesafeli huzuruma kavuşacakken, bir bayan çocuğuyla kapıdan soföre "Ford’un oradan geçiyor musunuz?” diye soruyor.
-Hangi Ford? Bu şehirde her şeyden iki- üç tane var da ben mi kaçırdım diye düşünecekken kadın o güzide soruyu soruyor:
-Kaç tane var ki?
-ileride bir tane var, onu mu diyorsunuz?
“Yok, aslında Ford’un Almanya’daki fabrikasını kastediyor” Elveda huzur.
Kadın üstelemiyor. “Yani” diyor garip bir bakış eşliğinde.
Ne olur ne olmaz diye yola dikkatle bakıyorum. İneceğim vere geldiğimde “müsait bir yerde” diyorum. Ben inerken dolmuş şoförü yine yapacağını yapıyor.
-Hanımefendi siz de burada ineceksiniz. Fox burası. Dolmuştan uzaklaşırken kadınının şakın sesi geliyor.
-Ben Ford’da ineceğim dedim Fox’ta değil.

Ben, bilmediğin gibi..

Adını kelebiğin kanadına yazacaktım
İki gün bekleyemedi.
Öldü.
Yıldızlara sorayım dedim.
Kahve yirmi lira dedi, vazgeçtim

Sen kişisel alma bunu
Cümlelerine bastım,
üzerine sıçradı kelimeler.

O lardan bilyeler yapıp oynarız sanmıştım.
Ooo-yalanmışım.
Mistik zihninin kalburüstünde
Buğday tanesi yüzüm asılı kalmış.
Sen beni asık yüzlü tanımışsın.
Sen beni tanıyamamışsın.

Ben sevdiğimi şakağından vurum
Su tabancasıyla.
Üstüne bir sigara sararım.
İçmem kulak arkamda saklarım.
Kulakardı ettiklerine inat.

Ben, bilmediğin gibi
Yanlış anlaşılmaya meyilliyim
Tentirdiyot gibi boyarım ruhunu
Ama iyileştiririm,
Anlayamazsın, silersin izlerimi.

Avurdunu şişirerek söylediğin sözler
Saçlarını savurarak gidişlerin
Elde var, kısa mesajlı günler.
Bak, kuyruğu yoluk kargalar bize güler.

Acıyı seviyorsan söyle bana.
Keser mi seni bir buçuk adana

Anlamadıysan yeniden yazayım
Kelimeleri eğmeden, bükmeden
Ben sevdaya çelme takarım.
Kolarımı açıp gözünün içine bakarım
Bu yanlızlığı cuma pazarında
Akşam ucuzluğu çökmeden
Sol yanakta bir gamzeye
Olmadı flu bir tebessüme satarım.

Döner bir yarım A4e sensizliği yazar
Uçak yapar camdan atarım.
Durulmaz yüreğim bu abuk sabuk fırtınada.
Mutlak bir uğraş ararım senden sonra.

Age of da gemiler batırırım.
Olmadı geceleri sokata kaldırım taşlarını sayarım.
Sıkılırsam avazım çıktığı kadar bağırır
Mahalleyi ayağa kaldırırım.
Suçu utanmadan sana atarım.

Bir düğün bulur zeybek oynarım
Kötü makyajlı güzellere kaş göz yaparım.
Sonra kendimden utanır
Görüşmeden kaçarım.

İntiharı denerim, gözüm yemese de.
Bir kayanın başında sabahlar.
Geri dönerim saat beşte
Tir tir titrediğimden değil
Sensiz hiçbir bir dünyanın
Senle de -bu halde-
Çekilmeyeceğini bile bile

Yani zalimin kızı
Sensiz her alternatif.
Nihayetinde bozar bizi.

Bilirim gavur inadının da miadını
Sabrımı sınarken eriyen sabrını
Sen, ne eski mahallenin şımarık kızı
Ne de ben, saçını çeken haylazı.

Kesik, mahcup bir ıslık

Kesik mahcup bir ıslık dudağında
Ellerin cebine hapsolmuş
Yere bakmayı ar sayar gurur
Sahte umursamazlığında.
Ve çekilir kenara dünya


İçinden ağlamayı öğrendiğinden beri
Susmaz tebessümlerin
Bir omuz istersin ama
Söylemeye varmaz dilin
Herhangi bir ruh-u duvara

---
Çırpar ellerini çaresizlik
Yalnızlık göbek havasında
Ayrılığın en mutlu günü, düğünü bu
Mutluluğun en kara
Bir çürük iskelede
Umut gider mezara.
---

Bir tebessüm düşer yüzünden
Acır yine de kalbin
İki kalbi bir aptal nedene
Heba edene.

Prenses Kokusu

Siyah gözler, büyük siyah gözler,
Sevdanın en yalın haliEn aşikar...
Dolgun yanaklarda iki çukur
Çiğ tanesinin izi gamzeler.
Beni sana bağlayan kelepçeler
Bir kelebek konmuş saçlarına
Ya da ben baharı görüyorum.
Küçük çocuklar koşar
Ruhumun boşluğunda
Bir gelincik açar saçlarında
Asil, masum ve tatlı
En güzel hali uykusu
Başım döner, elimi tutar yine başım döner
Ruhumu sarar prenses kokusu
(Demo)

Sevdadan Vazgeçmişim

Aşk mazide asılı bir hikaye
O unutmuş, ben vazgeçmişim.
Kalp buza kesmiş, eller soğuk
Bir hayırsızda kalmış özgeçmişim.

Yazmaz sevdanın kalemi hikayemi
İncitmem, sızlatmam masum bir yüreği
Kim çeker ki bir kahr-ı deliyi
Mecnunu görmüş, gülüp geçmişim.

O bendim; gecenin ayazını yazan cama
Silindi gitti aşkın silüeti aynamda
Güzeldi, zordu, vurdu ve çekildi sevda
Geleceği bulmadan bırakmaz geçmişim.

Ben mi açtım yüreğimin kapısını sevdaya
Ve ben mi terk ettim bir alacakaranlığa
O yok, o kayıp, -o paslı bıçak- o yara
Döner ve hesap sorar, susmaz geçmişim.

Şehrin ışıkları söner, sokaklar susar
Saklanır ruhum, yüreğim kırıklarını toplar
Umut kör, hayal kayıp, beklemek koyar
Bu da kader deyip sevdadan vazgeçmişim.

Silinsin o defterden adım ve namım
Söyleyin ağlamasın; ağrımaz sol yanım
Onsuz da yaşanır elbet dayanırım
Kopar tel tel hafızamdan geçmişim.

Hasta Olmak...

Otelin penceresine Antakya manzarası eşliğinde oturmuş mandalinamı yiyorum. Bir sigara yakmak istiyorum alışkanlıkla ama canım istemiyor. Yatağıma uzanıyorum, uykusuzum ama uykum yok, sağa sola dönüyorum. İşte tam o anda genzime bir hareketlenme olduğunu fark ediyorum. Garip gelse de “kan” diyorum kendi kendime. “Kan kusup kızılcık şerbeti içmek” deyimi aklıma geliyor, gülümsüyorum. Bilinçaltım akıma gelen şeyi espriyle bastırmaya çalışıyor.
Aceleyle yataktan kalkıp ışığı açıyor lavaboya koşuyorum.
Kırmızı kabarcıklar…
Boğazımda oluşan gıcığın anlamı kan.

Verem olan insanlar aklıma geliyor. Çok Türk filmi izliyorsun, diyorum kendi kendime. Bir ama asılı kalıyor yine de aklıma. Ya veremsem?
Hızlı bir şekilde giyiniyorum. Cüzdan, telefon, anahtar. Kontrol ediyorum.
Belki de çok fazla sigara içmektendir, diyorum kendi kendime. Gırtlak kanseri oldun bu yaşta. Kısık sesle ve boğazını tutarak konuşacaksın. Bir alet takacaklar oraya.

Odadan çıkıp resepsiyona iniyorum. Mustafa var. Resepsiyoncu çocuk. “Mustafa kan tükürüyorum, neden oluyordur bu” diyorum. O “bilmiyorum abi, diyor.
Yakında taksi yok. Ama bir motosiklet var kapıda. Sahibini buluyor Mustafa. Sonra gazeteler buluyor. Abi motor ıslanmıştır diyor. Kurutalım.
Mustafa motoru hazırlıyor sonra motorun sahibi geliyor biniyoruz. “Gırtlak kanseri” bu teşhiste karar kılıyorum.

Hastane şehrin dışında, yolda yağmur hafif hafif atmaya başlıyor. “Kusura bakmayın, sizi de böyle apar topar..” “Lafı bile olmaz” diyor. İşleri düşünüyorum. Bir de mustafanın dediğini: “Abi hastaneye yatırırlarsa yat, ben burayı idare ederim” Neyi idare edecek ki bu Mustafa diye düşünecek oluyorum ama hastanede yatmak fikri aklıma çakılı kalmış onu düşünüyorum sürekli yolda. Bu hastalık bunca zaman neden kendini belletmedi ki? Hayır bi halsizliğim falan da yok. Bir tek bu kan. Bir de karıncalanan boğazım.


Doktora da söylüyorum aynısını. Islak bir fare gibi çaresiz duruyorum. “A de” diyor doktor. Uzun uzun aaa yapıyorum. Sonra doktorun yüz ifadesini inceliyorum. Bişey bulamadı.
Nabzımı ölçüyor. Ben yine doktorun yüzüne bakıyorum. Iıh bundan da bi sonuç çıkmadı. Sevinmeli miyim?

“Uzan” diyor. “Dizini karnına çek” karın boşluğuma bastırıyor. “Acımadı” diyorum. Sonra ciğerlerime, şükür orada da sorun yok. Yani doktorun yüzü hala anlamsız.

Doktor tekrar yüzüme bakıyor. Yüzü ışıldıyor. “Burnun kanamış o da boğazına akıyor” diyor. “Tahriş olmuş”
“Boğazım” diyorum “boğazımda da gıcıklanma var.”
“Orada da tahriş olabilir ama önemli bişey değil” diyor.
“Sigara içiyorum, kanser, gırtlak kanseri falan?”
“Abartma” diyor “Antibiyotik ve gargara yazıyorum, bunları kullandığında bişeyin kalmaz, rahatla.”
Gülümsüyor.
--

Antakya

Şehirler hakkında yazmak gerekiyorsa önce Antakya'dan başlamak lazım.Zira hala kendine benzeyen ender şehirlerden Antakya.
Ama bunu Fotoğraflarla anlatmalıyım.En kısa zamanda.
Künefe yemeye gidiyorum.Gelen var mı? :

DURAK

Umut durağında son şafağı bekler gece
Ben seni beklerim, şiir yazmak için ellerime

Kapanır yaralar, kipriğindeki nemin hatrına
Gel ama dokunma yokluğunu tanımış hatırama

SAZAN

Dolunayı seven gece
Bir löküs ışığı yahut bir fener
Bir ekmek parçası
İğneye takılmayı sevmeyen
Kımıl kımıl bir canlı
Ki davasında haklı

Çalar zilleri iplerinde
Bir heyecan avuç içlerinde

Üç kısa adım ileri
Sonra bir nefes payı geri
Böyle kolay takılanı
Yani kim sevmez ki sazanı

Velâkin

Biz bu yola çıkarken, heybemizle
Siz el sallıyor, su döküyordunuz.
Yama yaparken yırtılan dizlerimize
Siz -oyun diye- tabureleri söküyordunuz
Biz dönerken siz yine yollara çıkıp bıkmadan
El sallıyordunuz, hükümsüzlerin damından
Boşluğa yazı yazıp suda temize çekiyorduk
Siz bildiğiniz okumadan biz size okuyorduk.
Siz alileri cin bilirken biz âlilerin peşinde
Siz söze küserken, bizim özrümüz hep elimizde.

Velâkin anlatılmaz dertler bir körün işitmeyen diline
Kızım sana söylüyorum söyleme bilmeyene…

Bakar mısınız?

“Bakar mısınız?” diyorum, bilet gişesindeki görevliye. Diğer iki kişiyle birlikte para saymakla meşgul. “Hocam bakar mısınız?” diye tekrarlıyorum. İlgisizlik sinir kat sayımın tavan yapmasına neden olacak, biliyorum. Kötü geçmiş bir günün ikindisinde çekilir şey değil bu, zira otobüs “ha kalktı ha kalkacak”.
Adam hala para saymakla meşgul, cevap bile vermeye hatta yüzü çevirip bakmaya bile tenezzül etmiyor. “Şunun yakasına yapışsam, alsam bu tarafa; iki yumrukla devirsem yere sonra yorulana kadar tekmelesem” senaryo diziyorum. Yamuk bir burun yakışır mı diye biraz daha yakından bakıyorum. Ve tekrar bakar mısınızlıyorum ortamı.
Masadan ses geliyor adamdan ses gelmiyor. Ama adam panik halinde yüzüme bakıyor. Zira son bakar mısınızım, biraz yüksek voltajlı olmuş ve bu arada ben masayı yumruk darbesiyle kırma teşebbüsünde bulunmuşum (masadan gelen ses). Elimin sızlamasından anlıyorum bunu.

“Para sayıyoruz burada” diyor adam ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra. “Paranızı bana bakarak da sayabilirsiniz” diyorum. “Otobüs kaçıyor, senin kıçı kırık paralarının sayılmasını bekleyecek zamanım yok”. “Şoför burada” diye üstünlüğü kaptım modunda bakış atıyor, karşısındaki beyaz gömlekliyi işaret ederek. “Anlında arabanın plakası yazmıyor” diyorum, kaptanın anlına bakarak.
Bir tiki varmış gibi anlını siliyor kaptan.
Bilet satıcısı susuyor, ben susuyorum, kaptanın anlına bakıyoruz.
Kaptan tekrar anlını kontrol ediyor.

O an hepimiz kahkahaları patlatıyoruz…

Gül kurusu

Pıtrak siluetli bulutlar kaplıyordu geceyi
Ruhumu kaplayan aymaz düşünceler gibi.

Soğuk rüzgâr jilete çalarken yüzümde
Gök gürültüsüz yağmurun izi var gözümde

Bir ıslık mesafesinde mor ışıklı camın
Karaya çalan perdelerinde bir ölü gölgesi canım

Ne söyledim de astın gül kurusu yüzünü
Bir bakışınla sildin bir ömür gülüşümü

Yar, sana verecek bir canım var bilirsin
Sevgimin yetmediği yerde alıverirsin

Hain dudaklardan duyduğunu benden mi sandın
Gözlerimde görmediğin yalana nasıl inandın

Daha kaç günüm dönecek geceye suskunluğunda
Ve kaç gece geçecek bu meskûn adada

Susuşun bana mı, yoksa aldanmana mı?
Dilersen bırakıp gideyim sol yanımı

Ben Mecnun değilim, Ferhat’ı tanımadım
Şüphe edersen kalbine bak, orada yazılı adım.

Bir suçum yok mühletsiz ceza çekerim.
Pişman olacağını bilmesem çeker giderim.

Sen yağsan ben ıslansam...

Ey yağmur gülüşlü sevgili
Ben gamzene düşer
Orda ıslanırım

Tebessüm etsen
Dünya durdu sanırım
Fırtınayı bekler
Yelkenleri açarım
Sen gülsen ben busende yol alırım.

Ey güneş gözlü sevgili
Ben hüzmene takılır.
Kara bulutları kovarım

Gözlerini kapasan
Güneş battı sanırım.

Öylece bana baksan.
Dünyaya kafa tutar
Karanlığa dil çıkarırım...

Ey yağmur gülüşlü sevgili
Ben gamzene düşer
Orda ıslanırım


(Demo)

Heceler...

Sessiz harf sesli harf
Birleşirken heceler,
Ayrılır cümleler.
Ayrı yazılan "de" ler gibi deler de geçer.
Buralardan Bud(h)a geçmez ama bu da geçer

Karpuz kabuğu edebiyata düşmeden
Aklına şiir düştü.
Girip devşirme zihninin bahçesine
Kelimeler çaldı
Cümleler aşırdı.

Üç günde sütten kesilmedi
Üç günde üstat oldu
İki virgülü bir tümcede kullanamayan
Üç noktayla kanka oldu.

Tırnak içinde, ettiler içine şiirin
Parantezle kapatmaya çalıştılar sonra
Bu muhabbet sığ, bu mevzu derin
Artık kına sipariş edersin orana
"Daha az yazıyor" diye söyleyin sorana


Sessiz harf sesli harf
Birleşirken heceler,
Ayrılır cümleler.

(T)adsız

Gözleri kör yahut şaşı.
Yoksa neden görmez yanlışı.
Bu haliyle ondan ya bekçi olur
Ya da kıymalı çorba kaşığı...

Kalemi sevmez ki silmeden anlasın
Yazmayı bilmez ki yazıyı saysın
Kıskanç tembelliğine bulaşır hırsı
Ver eline bıçağı, doğruları doğrasın.

Ömrüm kısa olur diye kelebek olmaz
Kalır kozasında baharı göremez.
Bir dolunay bulursa kurt olur.
Karanlığa hayrandır, ışığı sevemez.

Gökten üç elma düşmüş biri başına
Anlamaz uyarıyı balta vurur ağaca
Başıboş ormanın uyanık tilkisi
Ondan ne köy olur ne kasaba

Yüzükoyun

Takılıp hatıralara ansızın
Hasretine yüzükoyun kapanmışım.
Yüreğimin ve ruhum her yeri yara bere
Umuda tutunmuşum.
Doğrulmuşum.
-
Dökülürken yüzün hafızamdan
Parça parça,
Yerine anıları asıp
Çaresizlik dizmişim.
Teselliye sevinmişim.
-
Mavi kanlar damlamış,
Sapladığın bıçağı çekip atmışım.
Bir yanlızlık söylemiş
Bir sigara sarmışım.
Dağılmışım....

Blog Tatili.

Yazmaya aşık birisi için yazısız geçen zaman boşa geçen zamandır.
'Çalışmam gerekliydi' bahanesi bile yeterli bir neden teşkil etmiyor sanki.
Ama yine de "hayatın gerçekleri" klişesi sırıtıyor suratına...
-Klişeyim ama çözüm bende...
Çok gezdim, çok gördüm, yazacak çok şey birikti....
Pek ara verme niyetinde değilim artık...
yazmaya devam...

Mutluyuz Biz Gülüşlü

Resmini almak bile alıma gelmemiş.

Yan yana durup, başımızı eğip “mutluyuz biz gülüşlü” bir fotoğraf da çektirmemişiz, bir deniz kenarında ya da bir çay bahçesinde.

Seni kaybettim ama yırtacak resmimiz bile yok.

Belki de bitmeye mahkûm bir sevdanın resmini çekmeye gerek mi görmedik.

Bittiğinde daha çok acı çekmemek için…

Bir “mutluyuz biz gülüşün” bile yok bende.

Zihnimde kalanlar hariç.

Mutluyduk biz oysa. Gülüşlerimizi nerde düşürdük

Şimdi baktığım hiç bir resimde yüzün yok.

Sen olmayınca yar, hiçbir gülüşe cevap vermeye yüzüm yok…

-----

Yüreğim sızlar hala, aklıma gelir gülüşlerin.

“Mutluyduk biz” gülüşü dolaşır yüzümde.

Ağır ağır değişir cehrem,

Düşer gülüşüm.

Aklıma düşer, gittiğinde ölüşüm.

Cozzzzlamalar

Bir parmak is, bir avuç kül, bir kova gözsuyu, sönme cızırtısı, kömür kokusu,
Sana adanmış bir ömür kokusu...
Harabeye dönmüş duvarlarında bi'çareyi söyler nakaratım.
Her hüzün birikintisinde yorgunluğumun tortusu,
Yıllar geçti geçmez bu gönül sorgusu
Geçmez mi gönüllü sürgünün yüzsüz korkusu.

CTRL B

Yüzümü çevirsem sen
Gözümü devirsem sen
Baksam sen, baksan sen
Gözümü kapasam sen
Açsam sen
Açsam sen, toksam sen
Varsan sen, yoksan hep sen
Bensem sen, sensem sen
Hep de sen hiç de sen
İçim dışım sen,
İşim gücüm sen
---
Tamam da, kimsin sen?

Fantezi pop biraz da hipop !

İsmail YK (Yalın Kardeş) nihayetinde beklenen yeni albümünü çıkardı.

Bu kadarını bekliyorduk.

Diğer türkücü kardeşlerinden çok ‘Cankan’ grubunun kardeşleriymiş hissi veren; abartılı ‘fantezipopbirazdahipop’ tarzı müzik, motosikletten yeni inmiş gibi duran kıyafetler, her albümünde “Allah bin türlü belanı versin-güveç de olur-, gibi şarkı sözleri… Kavgada söylenmeyecek sözler.

Beyaz Cuma akşamı programına davet etmiş Yalın Kardeş’i. Yeni albümünde öyle bir söz var ki burada anneler günü haftasında olduğumuz için değil, hiçbir zaman yazamayacağım sözler var. Beyaz ‘hoş olmamış’ diyecek oldu, özrü kabahatinden beter bir açıklamayla sözleri savundu şarkıcımız.
Küfreder gibi şarkı söylemek modası bizde yeni. Yabancı sözlü şarkıları dinlerken, yaşlı amcaların; “Evladım küfür mü ediyorlar şarkımı söylüyorlar belli değil, niye dinliyorsun bunu?” uyarısı yeni jenerasyonla birlikte gerçeğe dönüşüyor hızla.

Burası Türkiye; Burada İktidarı Tahammülsüzlükler Besler.

90’lı yılların sonuna doğru batılı bir siyaset bilimci; “Bundan sonra Türkiye’nin kaderi koalisyon hükümetleriyle yönetilmektir.” gibi bir laf etmişti. Bu gün o teorinin doğrulanamadığını biliyoruz. Belki de öyle olmasını istediği için söylemiştir, kim bilir. Ya da “Tek parti iktidarı olsa da, asla bir tek parti gibi rahat bir hükümet olamayacaktır” gibi bir şeyi ima etmiştir de röportajı yapan gazeteci teferruata takılmadan sadece ilk öngörüyü bize iletmiştir.
Sonuç olarak bugün ne iktidardaki parti rahat ne de yönetilenler.
Zira seçimde kaybedilen iktidarı, her alanda, her şekilde ele geçirmeye yönelik bir çaba ve buna direnmek için her yolu deneyen bir hükümet var. 1 Mayıs rezaletinin başa bir açıklaması falan da yok zaten. Varsa da ona “bahane” diyorlar Türkçede.
İktidarın karakteri devleti etkiler ama değiştirmeye yetmez. Özellikle Türkler gibi köklü devlet geleneğine sahip milletlerde sitemi kökten ya da kısmen değiştirmek öyle kolay bir şey değildir.
Tıpkı demokratlığın veya liberalliğin cumhuriyet düşmanlığı, salt cumhuriyetçiliğin ilericilik, Müslüman olmanın tek başına laikliğin alternatifi olmadığı gibi…

Bir dengesiz cümlenin, bir iki şuursuzun eylemin; yapanın/konuşanın inandığı evrensel bir sisteme mal edilemeyeceği gibi…

Bundan sonra iktidarda tek bir parti olacak belki ama geçmişte de olduğu gibi -iç ya da dış faktörlerin etkisiyle- bugün ve bundan sonra da toplum dengeleri asla tek bir düşüncede birleştirilmeyecek. Dahası toplumsal koalisyonun bile dinamitlenmeye her daim müsait olduğunu görmek için sosyoloji ya da siyaset bilimi okumaya gerek yok.

Aslında iktidardan genel bir hoşnutsuzluk var, ama oy verenlerin istemeye istemeye oy vermesi, sonrasında pişmanlığını dile getirememesi, iktidarın hatalarında hesap sormaya isteğinin olmaması, toplumsal koalisyonun sağlıksız bir zeminde yüzdüğünün açık bir göstergesi.
İktidardaki partiyi dinci bir parti olarak lanse ederseniz; sonra peşinden dini konularda duyarsız, şuursuz ve baskıcı tutumlar sergilerseniz, her hadisede Müslümanlara ve Müslümanlığa karşı alenen saldırırsanız, kendini Müslüman olarak ifade eden insanların birçoğu da gidip o partiye oyunu atıverecek, o partinin yanlış uygulamalarına sesini yükseltmeyecektir.
Toplum kazanılmadan iktidar kazanılmaz.
Hem oy vereni küçümseyip hem de oy almayı düşünmek -en insaflı ifadeyle- akılcı bir tutum ve politika değildir.

Bir iki gündür internet sitelerinde dolaşan bir video kaydı bunu net olarak gösteriyor.
Bu video aydında; ana muhalefet partisinden bir milletvekilinin de katıldığı Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin toplantısında 'aydın' kadınlardan biri; evinin yakınındaki camiden gelen ezan ve Kur'an sesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirirken, bir diğeri, başörtülü kadınları görmeyi hazmedemediğini söylüyor. Yine bir başkası ise, evindeki hizmetçi kadını bir başka partiye oy vermeye ikna gayreti karşısında aldığı cevabı küçümseyerek aktarıyor.
Okul dışında başını kapayan bir öğrencinin bursunu kestiklerini de öğreniyoruz bu konuşmalarından.
Kim ne derse desin bugün kendini Kemalist, laik ya da cumhuriyetçi olarak ifade edenlerin, en büyük problemi tahammülsüzlük.
Bu tahammülsüzlük 50 yıldır onlara iktidarı kaybettiriyordu, bundan sonra değişen pek bir şey olmayacak. Kaybedenlerin ve kaybedilenlerin artması dışında…

Tırnak Ucu Yarası

Ben iyi tanırım o karanlık suları

Kaç defa yıkamışlığım var, beyazları

Bir zalimin avuçiçlerinde yazılı

Rengarenk taşlarına takılan tırnağımda hala yarası.

Söküp atmadım,

Gülsem de şimdi

Sanma kapandı

Bil ki

Unutmadım.

metallica konseri ya da gümbürtüye gitmek

“Olma ihtimali bile yüreklere dehşet saçan konserdir..” diye yazmış bir arkadaş forumların birinde.
Bizim grafiker de öyle düşünüyor. Annesinden yüz YTL çarpmış konser biletini alabilmek için. Dedim “Yapma etme yazıktık parana” Canın gürültü istiyorsa o kolay, yok illa ki metal diyorsan mutfaktan
kap kacak ayarlarız, tangırdatırız, kesmedi, sanayiye gidersin mesela. Kaportacı Hamdi usta var, söyle sana gürültünün alasını çıkartır.” Vazgeçiremedim, bağıra bağıra gitti o para...
Üçüncü defa geliyorlarmış Türkiye’ye. Çocuklarına anlatacağı bi şeyler olsunmuş. Ne anlatacak; “Evladım, sene ikibinsekiz , metallice 3. defa Türkiye’ye geliyor, tarihi bir olay yani, gittik izlemeye, bi gürültü bi gürültü sormayın, mest olduk”
Yeni nesil bir acayip diyeceğim ama geçmişte çok daha fazla insan gelmiş bu konserlere, diyemiyorum.
Böyle bir konsere gitmek bana fazlasıyla manasız geliyor. Üzerine para verilse gitmeyeceğim konsere insanlar 250 dolar verip gidebiliyor.
Üstelik bu şeyin popüler kültürün bir ürünü olduğunu söyleyen o kadar çok insan var ki… Hani diyeceğim, aykırı bir şeydir, farklıdır falan ama değil. (bakınız anlamaya da çalışıyorum)
“Abi sen şimdi Ferdi Tayfur konseri olsa gitmez miydi?” dedi. “Yok“ dedim ”10 sene önce dinlerdim, kasetlerinin serisini yapmıştım, hayranıydık falan ama yine de de bir konser için bu kadar para vermem.”
Vermem,
Verilmez yani.
Yerine daha güzel şeyler yapılabilir.
Gürültüsüzünden...

Tavır

Ne demeli şimdi bu tavrına?
Dünü sildin, birşey komadın yarına.
Saklanıp bir cümlenin ardına
Koca bir sayfayı yok ettin.

Kolay giden kolay mı gelir sandın?
Doğruları yıkıp bir yanlışa yaslandın.
İyiydin, hastın, koçtun, aslandın.
Ne oldu da çakalda çark ettin?

Yanlışı Görmek Ama Doğruyu Kaçırmak

Türk filmlerinin vazgeçilmez sahnesidir:
Kadın erkeği başka bir kadınla görür, zaman, mekan şartlar vs her şey erkeğin aleyhinedir, öyle görünen şey her ne kadar öyle olmasa da, kadın erkeği yanlış anlar, ve koşarak ve üstüne ağlayarak orayı terk eder. Erkek bir dakika açıklayabilirim; dese de buna fırsat vermez, bir anda tüm geçmişiyle beraber erkeği hayatından çıkarmaya karar verir. Filmin sonuna kadar erkek kadına derdini anlatmak için yırtınır, kadın da anlamamak için elinden geleni yapar. Ve filmin son sahnesinde kadınla erkek bir deniz kenarında ağır çekimde birbirlerine doğru koşarlar. Biz de bütün bir filmi bunların barışması için dua ederek geçirmiş oluruz. Barışırlar film biter. Zira geçmişteki iyi hatıraların, konuşmaların, yaşananların, güzel sözlerin mutlu mesut günlerin bir cazibesi yoktur.Kimse iki aşığın el ele kol kola çayırlarda sekmesine, yuvarlanmasına, mum ışığı altında romantik romantik birbirlerinin gözlerine bakarak yemek yemelerine, güvercinlere yem atmalarına, ya da dizine başını koyan sevgilisinin kafasındaki bitleri temizlemesine para vermez.Gerçek hayatta da bu böyledir. Bir dostunuz sizi yanlış anladığında onun için tek cazibe merkezi kendi yanlış anlamasıdır. Geçmişte sizin hakkınızdaki düşünceleri, değeriniz insanlığınız ya da iyi olan her şey, mavi çöp poşetine konup kapı dışına bırakılır. Artık beyni sizin hakkınızda bin çeşit kötü senaryo üretir ve mutlaka bunlardan birine inanırlar. Hangisine inandıklarının da bir önemi yoktur.Çünkü genelde iyilik her insanda olması gereken bir meziyet sıradan bir davranış kalıbı gibi karşılandığı için sizin geçmişte “onun gözünde” iyi olmanızın pek de bir önemi yoktur. Onu cezbeden sizin son yaptığınız şeydir. Beyin bunu gördükten sonra geçmişi resetler. Artık bütün düşünce kalıpları sizin son davranışınızın üzerine yoğunlaşır. Çünkü siz artık sıradan değilsinizdir. Bir hata yapmışsınızdır ve geçmişteki “iyi ve makul” şey çoktan unutulmuş, yerine “koynunda beslenen yılan” gösterime girmiştir. Filmin sonunda ya yılanın başı ezilecek ya da yanlış anlama düzelecek ki film bitecek. Her iki durumda da iyi ve makul olana kimse yatırım yapmayacak.Siz dört yanlışın bir doğruyu götürdüğünü düşünüyorsanız yanılıyorsunuz – o sadece sınavlarda olur- gerçek hayatta bir tek yanlış ya da yanlış anlama –bile- bütün doğruları vidanjör gibi emer, dozer gibi kürür atar.Ve bu durumun da iç dünyadaki rahatlaması, bahanesi de her zaman aynı klişedir “Onu yanlış tanımışım”. Ve bu kocaman bir yalandır. Evet insanlar bazen kendilerini saklayabilirler ama genel olarak bir çok doğrusunu gördüğünüz, bunun için onu sevdiğiniz, konuştuğunuz ve arkadaşlığınızı da belli bir süre sürdürdüğünüz birisi için, bir davranışıyla “onu yanlış tanımışım” moduna geçiyorsanız, ya bir çocuk kadar safsınız ya da sadece kendinizi kandırıyorsunuzdur.Zira iyilikle kötülük yan yana durmaz. Siz çok iyiyseniz kötü birisiyle arkadaş olmanız taviz vermediğiniz sürece mümkün değildir.Kaldı ki insanlar ne tam iyidir ne de tam kötüdür.Çok iyi bir insanın bile bir zaafı, bir zayıf tarafı vardır. Ki –kusursuz dost arayan, yalnızlıkla dost olur.

Fenerbahçe

Şimdi buradaya ne yazsam bu sevinci anlatamam.
Galatasaraylılar Chelsea'yi uğurlasınlar atık.
Fenerbahçe marşıyla...

Bir Paris Hilton'umuz Eksikti

Hava alanında yumruk yumruğa, mikrofon kafaya, kamera miğdeye bir kavga. Kameremanlar ve magazin muhabirleri birbirine girmiş. Kavganın tam ortasında bir adam. bunları ayırmaya çalışan bir kaç güvenlik görevlisi. Hadiseyi canlı canlı stüdyoya bildiren ve bu arda üzerine doğru gelen kavgadan kaçmaya çalıan bir muhabir.
Ve kavgayı soğuk kanlılıkla izleyen leopar desenli şapkanın altındaki bir çift göz.
Velhasılı kelam -uzun lafın kısası deniyor-, Hilton Türkiye'ye geldi. ..
Başımız göğe erdi mi diye kontrol ettim, ermemiş.
Bu ülkede laiklik tehlikede değil. Türbanlılar üniversite kapısından kovulmuyor. İşten çıkartmalar yok, ekonomi gün be gün batmıyor, aksini söyleyeni döverim. Kalemimle...
Bu ülkenin ne satılan toprağı ne de batan itibarı var.
En son ne olmuştu, hangi büyük siyasi ya da sosyal problemde bu kadar ilgi alaka, hırs, kavga ve tantana gördük.
Yani en azından bu kadar sahici...
Ben bilmiyorum, biliyorum diyeni de hatun kişinin içinde olduğu jüriye havale ediyorum.

Çivi Gibi

Senden kalan tek hatıra
Üç satırlık bir şarkı;
Bir satırında gözlerin gelir aklıma,
Bir satırında aklım çıkar yokluğunda,
Ki çaresizliğim "çivi gibi" yazılı son satıra....

mendil-enci

Dün akşam istanbul formunun buluşmasına katılmak için terasa giderken odakulenin koridorunda merdivende mendil satan bir teyze elindeki mendili bize doğru uzatıp: "Bir ekmek parası" dedi?
Dilenmenin bir başka versiyonu, mendil.
Bu karşınızdakine yumşamanızı sağlıyor; öyle ya dilenmiyor, sadece birşeyler satmaya çalışıyor diye düşünüyorsunuz.
Ayrıca burnunuza kadar mendili uzatıp sizi taciz edene karşı"aman kurtulayım şundan şeklindeki ruh halinize" hitabeden bir kılıf...
İnsan çocuk satıcılara üzülüyor, ama ya bunları hangi kategoriye koyacağız?
Gerçekten ihtiyacı olduğunu nasıl anlayacağız. koynunda falan bir tomar para çıkmayacağı ne mağlum..
O kadar çoklar ve o kadar rahatlar ki...

Kaldırım Kenarı

Rüzgarı görmek gibi suretin,
Bir dalgaya yazılmış gelişin
Elbet bir dalgayla gidersin
Sen, ümidi besler hayali aç bırakır da gidersin.
Sözün kaldırım kenarı gibi
Düşen ölmez elbet ama
Kırılan kalbi olur.
Gelen de sen gibi, aratmaz seni
Kaç doğru askıya asmak gerek
Bu yalancı elbiseni....

Kadınlarda Erkekleşme Merakı ya da Nerede O Eski "Melekler"

Bir kadına melek olduğunu söylemek yapılabilecek en güzel iltifatlardan biridir. Ya da en azından bugün, “melek” kelimesi Türkçede, sıradan, soğuk ve şekilsiz kelimelerden biri olana kadar böyleydi.
Çünkü Ahmet Haşim’in anlatımına “göre”* “Melek, edebiyatımızda mavi gözlerli, sarı saçları ve uzun beyaz entarisiyle bir kadın tasvirine karşılık gelir. Batı sanatında ise topuklarına kadar inen lepiska saçları, büyük güvercin kanatları ve mahcup bir tebessümle genç kız suretidir.”
Herhalde bugün bu tanımı yapabilecek birilerini bulmak pek de mümkün görünmüyor. Zira Çelik de değişti kadınlar da…
Zihinleri erkenden bulandırmadan A. Haşim’den kavramın neden değiştiğini öğrenelim önce. “Kadın saçları, berber makasıyla kısalıp, eteklerinin yarısı da terzi nefesiyle uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra melek, birden mazinin silik şekilleri arasına düşmüştür.” “Haydaa! Adam da neye takmış.” demeyin, henüz sözlerini bitirmedi; “Şeytani bir alevin temasıyla taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan muasır kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve mavi gözlü “melek” artık aptal bir halayık çehresinden daha fazla cazip değil.” Haşim’in döneminde yaşlıları açlık, gençleri ise aşk öldürürmüş. Tabi intihar eden gençlerin çok büyük bir kısmını erkekler teşkil ediyormuş.
Bugün bu oranın tersine dönmesinin nedenleri arasında meleklerin azalmasının payı hiç az değil. Kadınlar neden böyle hazin bir değişimi seçti dersiniz. Gelin yine bunun cevabını üstattan dinleyelim. “Altın gözlerin tılsımını ve mercan dudakların ateşini, bir kâğıt çantaya, mürekkepli bir kaleme ve bir muşambalı pardösüye değişen (tabi şimdi Nişantaşı’ndaki mağazaların vitrinlerindeki çantalarla kıyaslanamaz o zamanın çantaları, haliyle kalem de yerini tektaş yüzüğe bıraktı, kadınlar için elbise tutkusu pardösüden ibaret değil artık ama verilmek istenen mesaj için yeterli örnekler) modern kadınla beş on dakika, biraz yakından konuşmak erkekleşme merakının kendine ne kadar pahalıya malolduğunu anlamaya kâfidir.
Haşim’in kastettiği erkekleşme merakını biraz açmak gerekirse, daha fazla özgürlük ve güç isteği demek sanırım yanlış olmaz. Kadından kasıt da “iş kadınları” daha ziyade. “Erkeği seve seve ölüme yollayacak derecede cinsi bir üstünlük ve güce sahip olan kadının erkeğe, yani kendi esirine eşit olmak ve benzemek için yaptığı o bütün mezbuhane (boğazlanır gibi) gayretin sebebi delilikten başka ne olabilir?” diye soruyor üstat.
Kendi asli gücünü fark edemeyen kadının, asla başat aktör olamayacağı bir alandaki güç arayışları aslında onu daha da güçsüz yapmıyor mu? Değilse Deniz Akkaya gibi bu asli gücün tüm unsurlarına fazlasıyla sahip bir kadının erkeğinden dayak yiyecek kadar acziyete düşmesi başka nasıl açıklanabilir ki?
Feminist mantık erkeğe hizmet ediyor diyecek kadar insafsız değilim ama kadınlara da hizmet ettiğini söylemek saftiriklik olurdu. Günümüz kadınlarını tanımlamaktan çok uzak bir sıfat olan melek ise eski Türk filmlerinde kalan bir replikten ibaret artık.

HiS

Yak Gitsin

Bir sigara yak
Üfle dumanını bıraktığı boşluğa

Sende kaldığı süre neydi ki
Gittiğinde yerinde izi kalsın.
Senin kalemin eğri büğrü yazmaz
Bütün gibiymişlere ıraksın.

Bir tütün sar
Bu kısa hikâyeyi de koy arasına.

Selle gelen selle gider
O hiç gelmedi ki gitsin
Öyle bir göründü sularında
Çıkmadı ki yüzeye batsın.

Bir çay dök
Kalbin ısınmasa da elin ısınsın

Yalanın Kuyruğu

Her an her şey olabilirdi bu aptal dünyada. Tıpkı hayat gibiydi ama burayı seçmek sizin elinizdeydi sadece. Sizin elinizdeydi ama sonrası için inisiyatifler her an başkasına geçebildi.
Tedbir iki defa lazımdı ama burada sayıyı üçe çıkardığınızda kimse siz garipsemezdi. Çünkü “her an ve her şey” ihtimal kılıcının keskin iki yüzü gibi parıldıyordu.
Dostluklar ne kadar da zayıf iplere bağlıydı. Ya da hiç kopmamacasına sağlam. Bilmek bu dünyanın vazgeçilmeziydi ama ortalıkta o kadar bilgi vardı ki, doğruyla yanlışı ayrıdetmek imkansızdı. Her şey doğru olamazdı elbet ama her şey yalan olabilirdi. Ya da bir yananın kuyruğuna takılan bütün doğrular ve bir güruh tüm doğruları teker teker doğrayıp yalan çorbasında kaynatabilirdi.
Ama şunu bilmeyen burada çok yaşayamazdı: Tek doğru sizsiniz ve bir kuyruğa takılmadığınız sürece çorbada adınız geçmezdi.

KAR

Benim doğduğum şehirde pek kar yağmazdı. Hani bir kaç senede bir hasbel kader yağarsa, ortalık bayram yerine döner. Mağlum, üç yıllık birikmiş; kar topu oynama, karda yuvarlanma, kayıp düşme ve "aaa bak kar yağıyor gördün mü" deme haklarını doyasıya kullanırlar.
Geçmişte çok nadir yağsa da o dönemden hala bi fırsatını bulup bu kar kabusunda yapmak istediğim tek şey, şöyle bir geniş alan bir de leğpen bulup, kaymak.

Türbana Soft Bir Bakış, Ya da Kadının Kadına Ettiği...

ODTÜ’dendi o “Hanım Hoca”. Melek Hanım. “Benim ninem kapanırdı, sonra annem müziğe merak saldı –galiba keman demişti- keman dersleri almaya başladı kasabada. O öyle bir yaşamı seçmişti. Ben de onun kızı olarak başörtüsüz bir yaşam tarzını seçtim.” Diye anlatmıştı tercihini, NTV’de bir programda.
Bu ülkede yaşayıp da geçmişinde ya da köklerinde kapalı ataları olmayan insan sayısı en fazla yüzde beşlerle sınırlıdır. Sonradan modernleşmeyle beraber tercihler de değişti ya da değişmedi.
Peki, geçmişte sırf kapananların kurduğu bir baskı rejimi var mıdır bu topraklarda.Aksi örnekleri çok fazla bulabilirsiniz. Ama böyle bir rejim yoktu.
Şu anki gelecekle alakalı endişelerin anlamı nedir peki?
Şimdi işin din-baskı tarafına bir nokta koyalım ve tamamen farklı bir açıdan kafamı kurcalayan bir konuyu konuşalım.
Kadınlar neden başörtüsü yasağını desteklerler?Tamam, kadınları anlamak zordur falan ama bu da karşımızda kocaman bir sorun olarak duruyor.

Farklılıklar: Kadınlar öncelikle farklı olmayı severler, sokağa çıkın 10 tane kadını inceleyin aralarında en az 7 fark bulabilirsiniz. Giyim tarzı, renk seçimi, saç yapası ve rengi, ayakkabı tercihinden tutun da tırnağındaki ojeye kadar farklılaşırlar.
Dikkatiniz çekerim, niye farklı giyindiklerini sorgulamıyorum. Vurgu yaptığım şey farklılıkları. Peki neden bir kadın hem farklı olmayı sever hem de hemcinsinin farklılaşma hakkını desteklemez?

İnanmak: Kahvedeki fala, kara kediye, dedikoduya, ekranda gördüğü bir ürünün reklamına, ya da inanmak istediği herhangi bir şeye kolayca inanabilme yeteneğine sahip olan kadınlar, hemcinslerinin inançlarına nasıl bu kadar katı bakabiliyorlar. Ve bunu niye anlayamıyorlar?

Moda:
Modernizm kapitalizmi de koluna taktıktan sonra moda kadınların vazgeçilmezlerinden biri oldu. Öyle durumlar biliyoruz ki, bir hafta önce giydiğini bir hafta sonra modası geçti diye atan hanımlar var.
Peki, konu başörtüsü olunca neden ısrarla ninelerimizin modası hiç geçmez?
Oysa başörtüsü de kendi modasını keşfetti, modern kadın nasıl değiştiyse, kentlere yerleşen ve modernleşen Müslüman kadınların başörtüleri de bu değişimden payını aldı.
Bunu kadınlardan daha iyi kim anlar?

Özgürlük –Baskı: Feminizmi nasıl bilirsiniz, matematikteki "eşittir" akla getiriyor. En azından bugünün Türkiyesinde. Baskılardan, eşitlilikten, özgürlükten yana söyleyecek sözü olan kadınlar konu başörtüsü olduğunda neden dut ağacına çıkarlar?
Başörtülü kadının kıyafet özgürlüğü, ya da inanç özgürlüğü neden bazı kadınları cezp etmez?
Neden bir anda hemcinslerini anlamamaya başlarlar?
Bu kadın dayanışması denen şey, nereye saklanır da bir türlü çıkmaz bu tartışmalarda ortalığa?

Türkiyede ciddi bir eğitim sorunu var.
Bir kişiyi kurtarmanın bile kazanç sayılabileceği bir dönemden geçiyoruz.
Böyle bir durumdayken bir çok genç kızın hayalleriyle geleceğiyle ve eğitim hakkıyla oynanıyor ve bazı kadınlar bu durum karşısında duvar takliti yapmakta.

Anlamak hakikaten çok zor.

Sevin(eme)mek

Aslında yazılarda parantezi pek sevmem. Konuşurken birden durup, yanındakinin kulağına fısıldamak gibi bir şey. Bu, başlıkta olursa daha da bir sorunlu duruyor. İşte tam da bu sebepten başlığı "Sevinci Kursağında Kalmak" koyacaktım ama, belki "kursak" nedir, bilmeyen çıkabilir diye şimdilik bu projeyi askıya aldık.
Bilirsiniz işte, ecnebilerin sevinci genelde kadeh kaldırma ritüeli çerçevesinde döner ve bu sevinçteki kaza riski de bardakların tokuşmasından mütevellit parmaklardaki kesiklerle sınırlıdır. O da içlerinde bir Türk varsa.
Bizde durum çok daha farklı; bir çok şeyde olduğu gibi sevinme eyleminde de sınır tanımamak gibi bir durum söz konusu:
Düğünlere atılan kurşunlarla birilerinin telef olması, kucaklarken çekilen elense ya da enseye indirilen "şaplak" neticesinde meydana gelen boyun travmaları, deve güreşi ya da her nevi su şakası sonucu meydana gelen kazalar...
Liste buradan Adana'ya çift şeritli yol olur.
Lakin öyle trajikomik bir sevinç hadisemiz var ki, her aklıma geldiğimde gülsem mi yoksa kurbana acısam mı bilemiyorum. Diyeceğim ama hayır, biliyorum; basbayağı gülüyorum. Zira hadisenin komik tarafı trajik olmasından kaynaklanıyor.
Efendim, bir varmış bir yokmuş. En büyük asker bizim askerlerden biri, bu slogan eşliğinde havaya atıp atıp tutuluyormuş. Komando eğitiminin siz asker ocağında başladığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Zira o havaya atılıp tutulma anında gösterdiğiniz atraksiyon eğitimini en kıdemli subayların bile verdiğini zannetmiyorum. Nihayetinde, havaya atılmak kolay ama ya düşerken..?
İşte, bizim hikayemizin de temel noktası buraya dayanıyor.
Asker adayı coşku içerisinde ağırlanıyor, tezahüratlar ve sevinçler evde başlıyor; davullar çalınıyor, oyunlar oynanıyor ve bir kamyonetin kasasında terminale doğru yol alırken dahi sevinç gösterileri durmuyor. yine davullar, yine oyunlar ve işte o meşhur sloganı münasebetsizin biri ağzından kaçırıveriyor...
"EN BÜYÜK ASKER BİZİM ASKER"
Birden cemaat oyunu bırakıyor ve asker adayını önce omuzlara alıp sloganı söylemeye başlıyorlar.

Şimdi burada kısa bir ara verip bizdeki sevinç gösterilerinin nasıl birden sürü psikolojisiyle, Tandoğan mitinglerine dönüştüğünü ve bu dönüşümün daha sonra durdurulamaz bir hal aldığını anlatmam gerekiyor ama hem yazı uzayacak hem de buradan Adana'ya üçüncü bir şerit israf. Biz hikayemize dönelim.

Asker adayı omuzlara alındıktan sonra bu defa da havaya atıp tutma seansına geçiliyor.

Nerde? Kamyonun üzerinde.

Ne oluyor? Asker havaya atılıyor, kamyon o havaya atıldığı için durup inmesini beklemiyor, askerimizin de kanatları yok haliyle, onu fırlatanların ellerine değil de asfalta çakılıyor.

Ve bir askerlik macerası başlamadan –bel kırılmasıyla- nihayete eriyor.

Şimdi bu tavsiyem bizim için abartılı olacak ama “siz, siz olun hiçbir şeyinizi –ki buna sevinçler de dahildir- ABARTMAYIN”

Rüya

Dün gece seni gördüm rüyamda.
Nasıl gördüm, nerdeydik, ne konuştuk, üzerine ne giymiştin, niye karşıma çıkmıştın, bana "Güneşim" demiş miydin, hatırlamıyorum.
En önemlisi kara gözlerinde ne vardı, üzgün müydü, mutlu muydu ya da şaşkın mı?
Ya ben, ben ne hissetmiştim?
Onu da bilmiyorum, ama uyandığımda ruhumda "çağla" tadı vardı.
Buruk ama mutlu?
Ben burukluğu seçtim...

Yağmur Öncesi

Birbirlerine yüksek sesle bağırıyorlardı. Pireler, birer birer deveye dönüşüyordu, ortam da gittikce yankı vadisine... Aslında varolmayan kaç sorun üretmişlerdi, hatırlamıyordu. Bir pıtrak gibi sorunlar çoğalıyor ve üzerlerine yapışıp kalıyordu tohumları. Yanıp sönen sigaralar, dolup boşalan çay bardakları, onlar olmazsa birden uydurulan bir meşguliyet... O içeride bulaşıkları yıkıyordu, sen 5. defa kitaplığı düzenlemiştin.
Birinin kapıyı çarpıp gitmesi gerekiyordu.
Kaçanın cesaret sahibi olacağı bir savaşın ortasında iki korkak, korkularını sesleriyle bastırmaya çalışıyordu.
Ama korku, onu hatırladığınızda uyanır.
Yağmur Mevsimi (2011)

Benim İçin Çaresiz Olur musun?

"Seni çok seviyorum" dedi genç adam
"Ben de seni" dedi kız
"Ben de seni ne?" dediye sordu adam.
"Çok seviyorum, ben de seni çok seviyorum"
Gözlerinden bir kaç damla yaş döküldü,
Yanaklarına inip gamzelerinden süzüldü.
Çenesini kaldırıp gözlerine baktı genç adam.
"Ağlama" dedi. "Dayanamıyorum, biliyorsun".
Kıkırdadı kız. "Biliyorum" dedi.
"Bu yüzden seni seviyorum".
"Çaresizken daha tatlı oluyorsun"

Sensizliğin Başka Adı Yok

Tarih tekerrürleri sever.
Seninse tekrarın yok bu kitabelerde.
Yaramaz çocuklar gibi yaramıyor yeni sevdalar bu yüreğe.
Sisli sözlerin dolaşır şehrimin gamzelerinde hala
Ve hiçbir bıçak kesemedi,kesmez bu acıyı.
Bitmeyen şarkıların nakaratları gibi her yangına adın yazıldı.
Gül yüzünü gördüğüm her kabustan sonra verdim tüm sözleri bozdum.
Kapattığın kapıları yeniden yeniden zorluyorum daha sıkı ört diye...
Yakınlarda olman yaramıyor, uzaklar çekilmez olsa bile.
Unuttum dediğimde aklımdasın, hatırladığımda kalbimde paslı bir bıçak.

Kaç defa bitecek bu sevda savaşı..
Kaç defa anlaşmaları bozacak mağlup yüreğim.
Kaç boykot gerekli içinden sen geçen her şeye...
Kaçlar da kaçmıyor sensizlik gibi...

Sensizlik; mavi yeşil bir kan, oluk oluk.
Sensizlik; kör bir bıçak, soğuk.
Sensizlik; bir çift ıslak bakış, donuk
Sensizlik; yarım kalmış bir hikaye, sonu yok.
Sensizlik; sensizlik işte başka adı yok...

Suyun Gözü

Yeşil:
Nasıl bir renktir?
Mesela yeşil bir ırmak görseniz icine girmeye cesaret edebilir misiniz?
Cok derinmiş gibi durabilir ama genellikle cok sığdır yeşil sular.
Yine de nehri gözünden tanıyamazsınız, hele de o gözlerin rengi yeşile dönüyorsa düzlükte.

Ben Güzele Güzel Demem, Güzel Övgü Almayınca

Gecen gün bir yazımı yazdıktan sonra arkadaşıma okuttum. Yazmadan okutmak teknik olarak mümkün olmadığı için yazdıktan sonra okumak daha mantıklı. Belki, beyin okuma teknikleri geliştiğinde yazmadan da okutmak mümkün olabilir:
“Abi o cümleyi hiç kurma istersen, yüklem sonda değil.” gibi diyalogları da görebiliriz belki.
“Eee” dedim, “nasıl olmuş?”
Hani, sorduğum arkadaş da bu işlerden anlayan sağda solda kendi bloğunda hoş yazıları olan bir nadide şahsiyet –adı bende saklı-. Yok, sezen değil, henüz onla “eee”li konuşacak kadar samimi değilim.

Arkadaşımın cevabına geçmeden önce, bahsetmeden geçemeyeceğim bir mevzu var. Genelde herkes methedilmeyi sever ama bizim tür yani yazar ve çizer takımı, bunu daha fazla bekler. Ve ziyadesiyle alıngandır. Olumsuz bir eleştiriyi bile usturuplu söylemezseniz gerekir.

Arkadaşım ne mi dedi? “Güzel” dedi.

Güzel

Aslında "güzel" bir beğenme sözcüğü gibi dursa da tamamen baştan savmak için kullanılan bir kelime. Kötü dense, olmamış dense, berbat olmuş dense mesela, daha sağlıklı bir yorum yapılmış olabilir tabi. Zira yazmak, yani bir edebi ürün meydana getirmek nerden bakarsanız  beceriye ve üretmeye dayalı bir caba ve o becerinin ödülü, ne olursa olsun “güzel” gibi renksiz, ruhsuz, ifadesiz, mimksiz bir övgü olmamalı.
Diye düşünüyorum.
Şimdi yeri gelmişken soralım: Eee yazı nasıl olmuş?

Kalbim, Bizim Kendimizden Başka neyimiz Var? (İstanbul)

İstanbul’a usul usul kar yağıyor. Mevsimin ilk beyaz ziyaretçileri Bu ilk kar sensizliğin de üzenine yağıyor tane tane.
Aslında gitmesi gereken sendin –hep öyle olur ya- ama bu defa teslim olmayan, terk eden, bırakıp giden biz olduk. Soğuk kahvelerin içildiği,, kasvetli cafelerde terk edilen biz olmadık. Senden kalan acıları, isyanları yalanları, hatıraları, özlemleri , bir kaç veda sözcüğünü, kömür karası gözlerinde kalan kararsız bakışları ve sana dair bizi üzen, mutlu eden ne varsa her şeyi geride bıraktık. Seni geride bıraktık.. Bütün gidişlerin tek taraflı manasızlığını da sana bıraktık. Ve o şehri terk ettik.

Şimdi İstanbul’da, yeni başlangıçların şehrinde, artık ona ait olanların ne izi ne de hatıraların gölgesi var. Bizim şehrimize kar pek yağmazdı kalbim. Şimdi İstanbul’u saran bu beyaz örtü, geçmişle aramızdaki en güzel perde. Belki de bir beyaz sayfa gibi dilediğim her şeyi yazabiliriz üstüne. Korkularımız olmadan…

-Sen romantik falan olma abi, gaza gelip sana inanıyorum, sonra olan yine bana oluyor. Kırık kalpler kulübüne yılın üyesi seçilirsem şaşırmam. Beyaz örtüymüş, yeni sayfaymış. Sevsinler. Ben onların kalbinin içini bilirim, kutuplara bile gitsek bunlar değişmez. –neyse sen yine de kutuplardan vazgeç, ben soğuğu sevmem-
-Nankörlük etme, aylardır ortalık sakin farkındaysan, İstanbul’a geldiğimizden beri, aşk yok dert yok.
-Orası öyle tabi, tebdili mekanda hakkaten ferahlık varmış. Da. Sanki içimde bir boşluk var gibi.
-Bu normal, sevdiğim yoksa kalbim de boştur, boş boş atacaktır, durumun normal yani.”
-Abi yine kırıcı oluyorsun, Boş, derken işe yaramıyorsun demek istiyorsan, rica ederim beni çıkar burdan
-Hemen mi?”
-Mümkünse.
-Kar?
-Haa, hımm, şey, kem küm,soğuk olur de mi? Şimdilik askıya alabiliriz.
-Ha şöyle yola gel.
-Yazdım ama…

Kalbim, Bizim Kendimizden Başka Neyimiz Var. (Diyaloglar)

-Hayırdır abi, ne iş?
-Anlamadım?
-Allah diyorum, muhabbetinizi arttırsın.
-Amin, yani şey, ne var bunda oğlum.
-Kırıldım diyorum, başka da bi şey demiyorum.
-Haydaa!! Ne var şimdi kırılacak bunda alt tarafı konuşuyoruz güzel güzel.
-Pekala ne olduğunu en baştan anlatayım. Bi kızla tanışıyorsun, ondan hoşlanıyorsun, ama kendini kaptırmıyorsun, yani beni, kırk yıllık kalbini pasifize ediyorsun.
-Yok be henüz kırk olmadı, daha hayatımın baharındayım ben.
-Lafın gelişi o, çevirme lafı.
-Ya daha yolun başındayız, hem kızın durumu malum, istemiyorum havasında, niye sazan gibi atlayıp üzülelim.
-Ben anlamam abi havadan. Hayır istemiyorsan sök çıkart beni, kendi yoluma gideyim.
-Abartma istersen.
-Ben bu hoşlanma işinden kıllandım ağabeyciğim. Seviyor musun, hayır; sevmiyor musun, ona da hayır. Eee ne anladım ben bu işten.
-Biz senle ne karar aldık, öyle hemen yüzüne gülene aşık olmak yok demedik mi?
-Dedik ama senin yaptığın da beni satmak oluyor.
-Seni korumak diyelim biz buna.
-Demeyelim abi, mümkünse beni serbest bırak, seveyim gönlümce.
-Onun da istediği bu zaten, biz aşık olalım, acı çekelim. Aptallaşma hemen. Senin dediğin karşılıklı olur. Kız bizi seviyor mu bi defa.
-Abi sen de paranoyak olacaksın bu gidişle, Yav bir psikologa falan mı gitsen diyorum.
-Ben iyiyim, seni götürmek lazım o dediğine ama henüz kalp icin psikolog yok. Ama bir cerrahi müdahaleyle şu fazla cana yakınlığını aldırabiliriz ha.
-Tamam tamam vazgeçtim, şöyle dışarı falan çıkar beni, temiz hava girsin damarlarıma, bunaldım bu kafesin içinde. Ben ne zaman birine korkmadan bağlanabileceğim Allahım! Niye beni bu şüpheci adamın kalbi yaptın ki?
-Canım şöyle bol tereyağlı bir İskender çekti. Ne dersin.
-Tamam tamam sustum. Hemen de tehdit.
-Ha şöyle yola gel, bi bildiğimiz var elbet.
-Kalp nakli yapılabiliyor muydu?
-Anlamdım.
-Anladın.
-İskender diyorum. Tereyağlı diyorum
-Sustum diyorum.

Uyumadan Önce Okunacaklar Listesi


Neşe Düzel, Hesaplaşma, Doğan Kitap (yeni)
"(...) Neşe Düzel, -röportajlarından- bir bölümünü " Hesaplaşma " adıyla derledi (Doğan Kitap) Derlemenin reklamını hazırlayanlar şöyle demiş: "Bu kitabı bitirdiğinizde, Türkiye üzerine onlarca tarih ve sosyoloji kitabı okumuş gibi olacaksınız."Bu kadar doğru bir tanımlama olabilir! Aynen öyle... Okur açısından tam bir " hazıra konma " durumu. Su gibi akıp giden 47 söyleşi, resmi ideolojinin ipliğini pazara çıkarıyor." demiş Emre Aköz. Ki ben Emre Aköz'ün seciciliğine daima güvenmişimdir...

İlk fırsatta alıp okuyacağım.

Size de tavsiye ederim

Takılıp Kalmak..

Klavyemin ç tuşu depresyona gidi, ha bire takılıyordu.
En sonunda cay kaşığıyla söktüm yerinden, ama hala takılmaya devam ediyor.
Çok inatçıymış. Telle falan üzenindeki plastiği kaldırdım ama muhtemelen daha büyük bir problem olduğu için bir türlü düzelmedi.
Bu yazıda gördüğünüzde ç 'ler de Word programının düzeltme kıyağı. Yoksa tuşu söktüğüm için o harfi kullanamıyorum artık.
Bilgisayar her şeyin bir alternatifi var, ama insan için aynı şeyleri söylemek bi hayli zor.
Özellikle konu “takılıp kalmak” olunca…
Bazen takıntılarınızdan kurtulma çok uzun bir süreç alabiliyor.
Takılan yerinizi söküp atmak “teknik olarak” mümkün olmadığından, bu durum yeni problemleri de beraberinde getiriyor.
Bilgisayar değiliz nihayetinde, kesip atamıyoruz işte.
Peki, çare ne? Çare, tıpkı klavyede olduğu gibi takılan tarafımızı daha az hatırlamak.
Mümkün olduğunca kaçmak…
Kaçamıyorsak da sorunla yüzleşmek…
Ya yüzleşmeye cesaretimiz yoksa?

Darısı Çocuklarının Başına

Benim düğünler aklıma geldiğinde, favori kelimem “darı”dır, hani takı merasiminde söylenir ya; “Darısı çocuklarının başına olsun”. Hayır bu “darı” nedir? Nasıl bi şeydir yenir mi içilir mi, nerden gelmiştir, bilmiyorum. “ Bir başarı, bir mutluluk başkası için istendiğinde söylenen bir söz” demiş TDK. O da darıyı açıklayamamışsa bizim haddimize düşmez ama insan da merak edebiliyor. İnsan merak eden bir türdür.
Darı bildiğimiz mısır. Mısırla bu işin alakasını pek çözemedim. Zaten düğünlerde de pek çözüldüğü görmek mümkün değil…
-------
"Gelinin teyze oğlunun arkadaşındaaaaan..??
-Adın neydi?
-Metin abi.
-Tamam, gelinin amcaoğlunun arkadaşı...
-İsmet Abi ben teyze oğluyum,
-Gelinin teyze oğlu metinin arkadaşı,
-Abi metin benim değil arkadaşımın adı, benim adım Mustafa
-Gelinin teyze oğlu Mustafa’nın arkadaşı Metin’den bir çeyrek altın. Darısı kendisine...
-Abi ne yaptın sen evli o üstelik yenge de burada, düzelt.
-Darısı çocuklarına…
-Eyvaaah,
-Noldu oğlum gene??
-(sessizce kulağına) Abi onların çocukları olmuyor.
-Hay, mıctık, …Darısı Mustafa’ya olsun ehehehe
-Abi ben de evliyim, ya madem aileleri tanımıyorsun niye cıktın buraya
-Ne bilim verdiler sesin güzel diye mikrofonu, darısı kime diyelim yaw?
-Abi şart mı demen,
-Bi kere darısı dedik söylemek lazım, uğursuzluk getirir.
-İyi o zaman darısı bana de
-Sana mı?
-Hayır sana
-Peki… Darısı bana eheheh
-İsmeeeeett.!!!
-Karıcığıııım!!! Eheheeh
---------
-Damadın kız kardeşi Fatma’dan bir adet bilezik,
-Aaa ne bileziği be, o bileklik,
-pardon bileklikmiş arkadaşlar
-Altın bileklik o, doğru söyle, rezil ettin beni.
-Damdın kız kardeşi Fatma hanımdan bir adet, Trabzon işi, telkari, eşsiz güzellikte, paha biçilmez bir bilekliiiiik.
-Abartma.
-Abartırım, alkışlar nerde alkışlar…
------
-Bu ne?
-Zarf abi.
-Ne var içinde?
-Abi sana ne ya, Mehmet Sayhandan bir zarf diyeceksin.
-10 YTl var bunda değil mi, utandın da zarfa koydun
-Bari bir de x raydan geçirseydin
-Mehmet, soyismin neydi, hah sayhandan bir adet zarf, darısı kimseye olmasın bunun, kıytırık bi zarftan ne olacak.

--------
-Damadın amcoğlu hasandan 50 ytl
-Ne ellisi be orda 100 ytl var.
-Ulan bana borcun var ama düğünlere para saçıyorsun. Önce borcunu öde sen. Kestim yarısını. Darısı diğer alacaklılara

Bıcırıksporlar 2 :)


Blog yeğen resimleriyle dolacak bu gidişler.

birincisi cok beğenildi ikincisini de koyalaım bari:))

KALBİM, BİZİM KENDİMİZDEN BAŞKA NEYİMİZ VAR? (Med-cezir yorgunluğu)

Evet, bazı şeyleri ben gözümde büyütüyorum.
Ama n’olur kalbim sen de bana kesme hesapları.
Gitmeseydim görmeseydim
Konuşmasaydım, hoşlanmasaydım,
Gözlerine küçük mısralar yazıp sana okumasaydım.
Bir rüzgarın adını, bir kelebeğin kanadını
Ve yeni yakılmış mum alevini
Hatırlamasaydım onu düşündüğümde
Minik gamzelerinde kocaman bir dünya görmeseydim
Belki sen de sevmezdin onu.
Farkındayım.
Biliyorum,
Biz iyi niyetliyiz
Onlar gibi değiliz
Saklayamıyoruz içimizdekini
Ve herkesi öyle sanıyoruz.
Biz kolay kanıyoruz

Yine asma yüzünü,
Düşürme karanlığa
-onun da istediği bu-
Önce en tatlı en şirin yüzünü gösterdi
Yetmedi usulca sokuldu dünyamıza.
Beklemiyorduk kabul et
Şaşırdık, afalladık, aptallaştık
Tedbirsiz yakalandık…
Çok basit bir oyun biliyorum.
Her manevraya hazırlıklı olan biz,
Bu oyuna hazırlıksızmışız meğer.
Ne kadar uzak olsan da
Bilirsin işte,
Kapanıyor mesaeler


Bir yeşil bakışta.

Şimdi yeniden gömüleceğiz yalnızlığımıza.
Unutacağız gülüşlerin en tatlısını.
Bir sigara yakıp dumanını üfleyeceğiz boşluğa
Boşluğumuzu boş şeylerle dolduracağız.





Belki bir uğraş bulurum ben.
Bu basit oyunu basit şeylerle telafi edeceğiz.
Belki bulmaca çözeriz. değil mi?
Belli belirsiz hissedilen rüzgâr
Son iki harfi çıkmış, altı harfli
Karmaşık problemler bize göre değil.
Biz basit severiz, düm düz, olduğu gibi.
Deniz havası gibi değişken,
Paradoks gibi çelişkili,
Kumar gibi belirsizi değil.

Yine de biliriz kıymetini vefanın
Düştüğümüz yerden kalkmayı bildiğimiz gibi
Bir pusulasız tebessümün hatırına
Katlanırız üzgün aynalara.

Gözler Yeni Sözler Aynı.

Sen yıldızlı gecelerin gezgin kızı
Zamansız vedaların kaybolmuş sözü
Bir yorgunun damarlarlarında taze kan
Bir aşığın kaybolan solgun yüzü

Bir kör akşamda tanıdım seni
Bir daha huzurlu görmedim geceyi
Geldin de sebebi neydi varlığının
Sen gelmeden de buralar viraneydi

Şüphe misin korku musun ar mısın?
Bir saman alevi, ağustosta kar mısın?
Bakacak hesap, elde oyun kalmadıysa
Lütfedip bir de buraya da bakar mısın?

Karalamalar 1

Kara gözlerni diktiğinde öylece
Bir daha sabaha dönmedi ufkumda gece
Hudutsuz bir sevda şarkısıydı yüreğimde adın
Bir karganın namelerinde asılı şimdi sessizliğin
Ne söylesen yalan, ne yapsam boş
Aşk kırık bardakta kalbi kırık sarhoş
Yarının adı yanlızlık yanlızlın adı zulüm
Ben senden önce de yanlızlığı gördüm.

BICIRIKSPORLAR :)



Tamam, küçük çocuklar şirindir tatlıdır falan ama bu sıralar çocuklar bi başka sevimli görünüyor gözüme.
Yaşlandık mı ne?
Bunlar da benim yeğenlerim işte.
En azından yeğen çok da bi çocuk özlemi falan çekmiyorum...

TACİZE CEZA İSTEYEN TEŞHİRCİLER

Yılbaşı akşamı Taksim’deki görüntülerde sizi en fazla dehşete düşüren şey neydi?
Sadece Türkiye’de olan bir şey değil ya da sadece yılbaşında, sadece taksimde gördüğümüz, görebileceğimiz… Bu tür tacizler dünyanın her tarafında yaşanıyor. Maalesef, böyle bir şey var ve bunun açıklaması da mutlaka vardır…
Yaşanmayan şey bundan daha kötü olanı. Teşhircilik…
Şu meşhur fotoğrafın hikâyesini hatırlıyorsunuzdur.
Çocuk emekleyerek 1 km ötedeki birleşmiş milletler kampına gitmeye çalışıyor. Ya da aslında hiç gidemeyecek, bir kurtarıcı bekliyor. Zira arkasındaki akbaba da çocuğun ölmesini bekliyor. Fotoğrafı çeken Kevin Cartner fotoğrafı çeker çekmez oradan ayrılıyor ve çocuğa ne olduğunu kimse bilmiyor (aslında ne olduğunu herkes tahmin ediyor ama nezaketen “bilmiyor” deniliyor). Fotoğrafçı 3 ay sonra depresyona giriyor ve intihar ediyor.
Yılbaşına ait görüntüleri izlediğimde ilk aklıma gelen bu hikâye oldu. Bir akbaba sürüsü orada kızlara saldırıyor ama kameralar ve fotoğraf makineleri, en iyi görüntüyü, en sıkı pozu alma telaşında. Ve muhtemelen çekmeleri gereken “haberi” çektikten sonra hızla oradan uzaklaşacaklar. Tıpkı Cartner gibi…
Bu sadece asıl hikâyenin birinci kısmı। Günlerce bu görüntüler haber saatlerinde verilecek. Tekrar tekrar. Kare kare… Bir televizyoncunun dediği gibi, “Azzz sonra”larla… Üstelik mağdurların yüzlerini gizlemeden…

Gazetelerin de teşhircilik konusunda televizyonlardan geri kalır bir tarafı yoktu. Özellikle Hürriyet’in internet sayfasındaki bir link başlığı ipin ucunun ne kadar kaçırıldığını anlatır gibiydi: “UTANDIRAN FOTOĞRAFLAR İCİN TIKLAYIN…”
Orada, tacize uğrayanlara yardım etmek yerine bir iki değil, 32 tane fotoğraf çekenler için hakikaten utanılacak bir durum sayın seyirciler।

Eczacı kendine sığınan kızları korumak için büyük gayret sarf etmiş ve polisi aramış. Aradıktan üç dakika sonra polisler gelmiş. Yani bizim haberciler haberlerini korumuşlar ama mağdurlar için polisi dahi aramamışlar. “30 kişi kadardı” diyor eczacı. Akşam Gazetesi elli kişi olarak vermişti haberi. Bu rakam Sabah’ı kesmemiş olacak ki o da 100 kişi diye geçti.
Şimdi burada güzel bir soru sormak lazım; aynı havayı bile teneffüs etmekten utanç duyduğumuz bu sapıklara verilen cezayı beğenmeyen –ki haklılar o başka- ve bunu manşet yapan basın, kendi teşhirciliği, vurdumduymazlığı, işgüzarlığı için nasıl bir ceza düşünüyordur acaba?


Ya da düşünüyor mu?


Hilmi İSİLİ

www.dorduncukuvvetmedya.com