İnstagram’da İşletmeniz için doğru takipçi nasıl bulunur?

Bir işletme hesabını tanıtmanın ilk adımı insanları takip etmektir. 
  Ben işletmeyim kimseyi takip etmem insanlar beni takip eder “saflığına” düşmeyin.  Sizden ürün ya da hizmet alma potansiyeli olan herkesi takip edin.  


Burada temel soru “Tam olarak kimi takip etmeliyim?” olmalı. Öyle bodoslama takip yapmak havaya kurşun atmak gibidir. İsabet ederse şansınıza. Sizin rasgele atışa değil keskin nişancı tüfeğine ihtiyacınız var.
Bir şehirde Cafe açtınız diyelim.  İlk yapmanız gereken şey sizinle aynı işi yapan çevredeki cafelerden başlayarak o şehirdeki tüm cafelerin takipçilerini hedeflemelisiniz.  İşin en keyifli tarafı bundan sonra başlıyor.
Keskin nişancılık eğitiminin 1. Kuralı önce hareketli hedefleri vurmaktır. Yani beğenen, yorum yapan takipçilere yönelmeli onları takip etmelisiniz. Takip edenlerini açıp sıradan takip yapmayın. Son paylaştığı fotoğrafı açın beğenenleri yorum yapanları takip edin. Sonra diğerini, sonra diğer fotoğrafı, ta ki o cafenin hesabında son 3 ayda fotoğraf beğenen kimse kalmayana kadar.
Ardından başka bir cafe bulun onun da takipçilerini takip edin.
Diyelim ki o şehirde 1 cafe var ve onun takipçilerini takip ettiniz şimdi kimi takip etmelisiniz?
Restoranlar, lokantalar, cafeye gidenlerin gidebileceği mekânları takip edenleri hedefleyin. 
Diyelim ki fotoğrafçısınız, wedding fotoğrafları çekiyorsunuz. Ve sizden başka fotoğrafçıların takipçilerini takip ettiniz bitti. Sırada ne var? İnsanlar fotoğrafçıya gelmeden önce nereye gidiyorlarsa oraları tarayın; gelinlikçiler, bayan kuaförleri, düğün salonları gibi….
Ne kadar fazla insan takip ederseniz o oranda dönüş olur.
Burada da önemli kelime “oran”.  Kaç kişi takip ederseniz size kaç kişi döner? Bunun bir algoritması yok ama keskin nişancılık burada da sizi kurtaracak. En iyi durumda 10 kişiyi takip ettiğinizde 5-6 kişi size döner. Bu bazen 4, bazen, 3 bazen iki ya da bir de olabilir. Eğer gerçekten sizin sattığınız şeyle ilgilenenleri takip ederseniz 4-5 gibi oranları görürsünüz.
Buna paralel doğru fotoğraf paylaşımları da yapmanız, iyi bir BİO’ya sahip olmanız gibi başka etkenler de var tabi. (Onları da başka bir başlıkta anlatırız. )
Peki ne zamana kadar takip yapacağız.
Bu bulunduğunuz il ya da ilçenin nüfusuna göre değişir tabi ama genelde en alt sınırınız 3000 olmalı. Üç bin kişi sizi takip etmeden size dönüşleri doğru  analiz edemezsiniz. Geri dönüşler size yeterse devam edip etmemek size bağlı ama yetmiyorsa devam etmelisiniz. 50 binlik bir şehirde 10.000 kişiyi takip etmeden durmayın derim.
Size geri dönüşü olsun ya da olmasın 10.000 kişi sizden haberdar olacak. Bu bile güzel bir reklam.
Yani sürekli takip sürekli reklam demek aynı zamanda. 
Peki günde ne kadar kişi takip edebiliriz. Her 1 saatte 30 kişi iyidir. İnstagram bunun üzerinde sizi kısıtlayabilir.  Saatte 30 kişi size günde ortalama 300 kişiyi takip etme imkanı sağlar. 1 ayda  umut verici sonuçlar alırsınız.
Takipte belli psikolojik sınırlar vardır 100 kişi takip etttiğinde 1. Sınırı aşmış olursunuz 500’de 2. Sınır 1000’de 3. Sınır 3000’de 4. Sınır ve 5000’de 5. Sınırını aşmış olursunuz ki bundan sonrası biraz daha kolaydır. Siz takip etmeseniz de 3000’den sonra ufak ufak sizi takip edenler olacaktır. Beş binden sonra bu biraz daha artar. Takipi bırakanların yeri başka ve + takipçilerle dolar.
Tabi sadece takip sizi kurtarmayacaktır. Yukarda da bahsettiğim gibi hesabı doğru yönetmek o takipçileri kazanmanıza ve elde tutmanıza olanak sağlar.
Sağlıcakla kalın.

Hilmi İsili

Bu şehrin akşamları sana benzer

Bu şehrin akşamları sana benzer
Bitmeyen uzun ve soğuk hatırlarda
Tüm sevdaları öldürmüş gibi sessiz
Her şeyi yüreğine gömmüş gibi tenha
Bu şehrin akşamları sana benzer
Karanlık aynalarda

Bu şehrin akşamları sana benzer
Bir şarkı bahane arar sevdayı örmeye
Kendi için çalar radyo mahur besteleri
Sen hangi sevdaya kanat germiş dut ağacısın
Altında üşür ölümü bekleyen aşklara
Bu şehrin akşamları sana benzer
Yıldızların altında

Bu şehrin akşamları sana benzer
Ve bir masada başlar duygular yeşermeye
Saat onikiyi sabır geçer, biri görmek için
Beyaz  bir lale kırmızı karanfili severdi ölmese
Ya da beklemek zor gelmese yarısı soğumuş çaya
Bu şehrin akşamları sana benzer
Merhabasında saklanır veda

Bu şehrin akşamları sana benzer
Pencerenin soğuk tarafında zordur sabah
Uzaklaşır ayak sesleri vedaya basa basa
Kendi suretini görmekten korkar her acı
Yeniden döndüğünde, kucak açmış yaralara
Bu şehrin akşamları sana benzer
Acımaz gözündeki yaşlara





Ben senin yerine de üzüldüm.

Zaman geçip gider usulca bir gölge gibi
Yıllar eskitir günleri, ayları; sonra kendini
Dün var olanın bugün esamesi yok
Bugün yoksa yarın istemediğin kadar çok
Seni sevmek, sırtlamaktır dünü, bugünü, yarını
Sevince de zaman geçip gider bir gölge gibi

Geride kalanlar önünü aydınlatır görenin
İki cümle elimde, biri bıçak kadar keskin
Söyleyemediklerimi taşıyamam yüküm ağır
Gözlerime baksan anlarsın, erir o manasız kahır
Her kalpte ayrı bir hükmü var sevda denen törenin
En karanlık hatıra ruhunu aydınlatır sevenin.

Sen üzülme artık, ben dağlar kadar üzüldüm
Ağlama ben yitip gitmiş bir ağıt kadar öldüm.
Bir ekmeğin kokusunda gizlenir en güzel aşklar
Ya da bazen kendini bir bardak çayda saklar
Bekle, dinle ve sabret, sevda bir kördüğüm

Sen üzülme artık, ben senin yerine de üzüldüm.

Beni Türk Şifacılarına Emanet Edin


“Belde disk kayması, ameliyat şart.” demiş doktor.
Annem, sabah yorganı toplarken aniden belinden sol ayağına inen mendebur bir ağrı saplanmış.  Soluğu Osmaniye Devlet Hastanesi’nde almışlar.  Kontroller filmler derken doktorun o teşhisi .
65 yaşın üzerindeki hastalarda ameliyatın riskli olduğu malum. Biz n’apacağımızı bilmiyor  bir haldeyiz, annemin ağrıkesicilerle devam eden günlerinde.
Ki annem tez canlıdır, hadi diyelim ameliyat başarılı geçti. O öyle yataklarda uzun süre kalacak biri değil, azıcık kendini iyi hissettiğinde hemen ayaklanmaya çalışır.
 Annem iğneyle oyuna devam eden futbolcu misali ağrıkesicilerle hayatını devam ederken biz de başka doktorların kapısını çalmayı planlıyoruz.
Düziçi’nde beyin cerrahisi yok. Ortopediye götürüyoruz. Doktor “benlik bişey yok, ameliyat denilmişse yapılmalı, daha kötü olmadan” diye kestirip atıyor. Doktora şiddete karşıyız ama bilinçsiz doktorun pskolojik şiddetine de karşıyız.
Fizik tedavi doktoru Salı günleri geliyor Düziçi’ne.  Annemi bu defa ona getiriyoruz. “15 gün fizik tedaviye gelsin, bir değişim var mı görelim” diyor. Doktora şiddete karşıyım demiş miydim?  İşte sebebi.   
Fizik tedavi süreci eğlenceli.  Annemi sabah getiriyorum. Bir tekerlikli sandalyeye bindirip çıkartıyorum.  Tedavisini oluyor, indiriyorum. Ama pek bi değişim yok.  Hastane koridorlarında tekerlekli sandalyeyle her gün saatte  5 km daha geliştirdiğimiz hız denemelerini saymazsak…
Bu arda komşular, tanıdıklar geçmiş olsuna geliyorlar. İçlerinden biri bir kadını tavsiye ediyor. “Kocam fıtık oldu, şıp diye düzeltti, bir de ona görünün diyor.” diyor.  Şıp mı diye? Kadına ters ters bakıyorum ama oralı olmuyor anlattıkça anlatıyor o şifacıyı. Ona gidip tedavi olanları, kadının maharetli ellerini, nasıl yaptığını, bilmem hangi doktordan bunları öğrendiğini, kime elverip bu işi öğrettiğini. . . Susmuyor.  Annnem can kulağıyla dinliyor. Gözlerinde “ben bi de bu şifacı kadına görüneyim”  cümlesi kocaman haflerle altyazı olarak geçmeye başladığında müdahale etme zamanımın geldiğini anlıyorum.
“Olmaz” diyorum.  “ Anneminki fıtık değil disk kayması  bu biiiir, kadın belini felan çekmeye kalkar maazallah daha kötü olur bu da ikiii, fizik tedavisi henüz bitmedi bu da üüüüç, bahanem kalmadı bu da dööört.”  Annemin ve yengemin ve hatta odadaki diğer misafirlerin hepsi bir olmuş. Bütün cephelerde savaşır hepsini tarumar edebilirim ama annemin ısrarı karşısında teslim olup  Lozan Antlaşması’na razı oluyorum.  “Gideriz ama bu işe karşıyım, daha kötü olursa o zaman hepinizin canını yakarım” diye şerh düşüyorum.
Yağmurlu bir Pazar günü son hastasını tedavi edip köydeki bir düğüne gitmek üzereyken yetişiyoruz kadına.  Kadın bu çevrede nam salmış biriymiş. Gelen gideni de bi hayli fazla.  Fıtık, bel kayması, göbek çekme vb konuları uzmanlık alanıymış. Ben tedirginliğin hat safhasındayım. Oradaki hastalar ve kadının kocasından dinlediklerim normal şartlarda ikna olacağım şeyler. Ama söz konusu annem ve hala “neden buradayız” şarkısını söylemeye devam ediyorum.
Kadının kendi hazırladığı bir macun var, bir hastasının beline sürüyor sonra tahta samusak dibeğine benzer bir şeyle “üfeliyor” yani eziyor kendi anlatımıyla. Gözümün önünde ceryan eden şeyi sadece seyrediyorum. Anneme bakıp, “sende iki fıtık var, Allahın izniyle ezeriz” diyor.  
“Hayır, fıtık değil disk kayması o” diyeceğim ama diyemiyorum.  Yarım saat boyunca annemi tedavi ediyor. Ben bekleme salonu misali diğer odada soğuk terler döküyorum ve hala “ Neden buraya geldik” şarkısını 1896. kez tekrar ediyorum.
Annem sanki biraz düzelmiş görünüyor sonraki günlerde. Bir hafta sonra yeniden gidiyor kadına.
Annemin ağrıları tamamen olmasa da büyük ölçüde geçtiğine dair işaretleri görüyorum . Ama annem hala bacağının sızladığını belinin de ara ara ağrıdığını söylüyor. Ve biz bu arada annemin üzerine titremeye devam ediyoruz.
Annemi yeniden doktora götürmek için hastanedeyiz. Sandalye olmadan bastonuna basa basa ağır adımlarla gidiyoruz koridorlarda.
Asansörü çağırıyoruz fakat birileri yukarda tutuyor olmalı ki asansör gelmiyor. Karşıdaki asansörün oraya gidip onun da düğmesine basıyorum. O asansör geliyor. “Koşun, bu geldi” diyorum. O dakka annem  bana  doğru keklik gibi seke seke koşuyor, ki yanındakinden bile hızlı yetişiyor.
O an anlıyorum ki annem bir haftadır kendini naza çekmiş, ilgi ve bakım iyi olunca da “ağrılarım hala devam ediyor” diyormuş.  “Anne” diyorum “Sen tamamsın, iyileşmişsin, hadi eve dönüyoruz.” 

Odeabank’a Alternatif Reklam Önerileri.


Hani bir dönem  Aysun Kayacı'nın bir zırvalaması vardı; çobanla benim oyum bir olamaz falan diye…  
Bu aslında bir aristokrat hastalığıdır, kendini daha zeki, daha güzel, zengin, fark edilesi, değer verilesi, sözü dinlenesi hissetmek, öyle bilinmek, öyleymiş gibi davranmak. Psikologların ya da psikiyatrların mutlaka bu konuda bir teşhisi vardır.
Ama gerçek şu ki; kendini böyle görmek ya da bunu başkalarına hissettirmek sizi itici, nahoş ve sevimsiz yapar.
Odeabank reklamlarındaki Hülya Avşar’ın “'Nasıl yani herkes benimle aynı hizmeti mi alacak?' sözü tam da böyle bir çağrışım yapıyor izleyicide.
Hele de söz konusu olan televizyonlarda görmekten gına geldiğimiz, kahkahalarında onun değil bizim midemize kramp girdiği, yapaylığıyla sünger ısırmış hissi veren peynir kıvamındaki Hülya Avşar ise, siz negatif etkiyi katlarıyla çarpıverin.
Aslına bakarsanız Odebank, burada Hülya Avşar riskine değer bir şey de söylemiyor.  Evet herkes için; kapıda karşılama, olmadı kırmızı halı serme, orta şekerli Türk kahvesi ısmarlama, bayanlara yakışıklı; baylara güzel müşteri temsilcileriyle cevap vermeler falan tamam da para diyorum, onun için ne yapıyorsunuz? Gül gibi olmadı hercai menekşe o da olmadı birkaç yaprağı kopartılmış papatya gibi duran bankam varken neden sizi tercih edeyim ki?
Tamam, parası olan müşteriye orta kahve ısmarla, geyiğini yap da, tencere taksitini ödemeye gelen müşteriye de şekerli kahve ısmarlamaya kalkarsan, kahveden batmazsın belki ama haddinden fazla elaman istihdam etmekten batabilirsin. Zira her müşteriyle o kadar uzun süre ilgilenecek zamanı ve elamanı asla olmamıştır bankaların.
Yani evet o mesajı da vereceksen; Hülya Avşar’ı değil de sanayiden Mahmut ustayı oynat. Usta gelsin bankaya şöyle bi baksın “Oooh kuruk yok, ne güzel dünya” desin ve geçsin bi masaya, kahvesini höpürdeterek işini halletsin. Bak bakalım talep patlaması yapıyor musun yapmıyor musun? Zira bu ülkede insanlar ömrünün birkaç yılını banka kuyruklarında harcıyor. Araştırın en az 2-3 yıl kuyruklardayız. 
Sonra, bozulmayan ATM garantisi ver. “Gece de gelsen takır takır paranı çekceen dostum” de. Yani, dostum deme tabi, sonuçta yeni tanışıyorsunuz Türk müşteriyle, kibar ol ama o kadar da enseye tokat olma. Bi de o “çekceen” de olmadı. İşte konunun özünü kaptınız siz.
Müşteri hizmetlerini aradığında karşına direk kanlı canlı insan çıkma taahhüdünde bulun. Biz beklemeyi sevmeyen, sabırsız milletiz. “Şunu yapacaksan bire, bunu düşünüyorsan ikiye, havale geçiriyorsan üçe, canın sıkıldıysa ana menüye dönmek için kareye, müşteri temsilcisine bağlanmak istiyorsan –ki onlar şu an başka müşterilerle geyik yapıyorlar- sana yarım saat kadar abuk sabuk manasız melodiler dinleteceğiz, artık siz de bu arada önünüzdeki defteri mi karalarsınız, yoksa sağa sola dolanarak yerlerdeki parkeleri mi sayarsınız sizin tercihinize kalmış, ama işini halletmek istiyorsan bekleyeceksin” gibi durumlardan bi hayli bezmiş durumda. Bunu da bir düşünüverin.
Mesela “En hızlı kart şifresini biz veririz” sloganı ile girin piyasaya. Kesinlikle 1 adım öne geçersiniz.
“Kartlardan yıllık kesinti yaparsak iki gözümüz önümüze aksın”  taahhüdü de mutlaka işe yarar. Bunu bir yere not edin.
"Bizden borç alabilmek için, borç paraya ihtiyacınız olmadığını belgelemenize gerek yok” sloganıyla girin. Farklı olun.
“Hesap işletim ücreti” gibi müşterinizin gözünün içine baka baka yolacak projeleri reddedin reklamlarınızda.  Siz bi yolunu bulursunuz yolmanın.
Mesela “Biz Allah'a havale işlemi de dahil hiçbir havale işleminden ücret almıyoruz” ile girin.
Sonuç olarak ne yaparsanız yapın; “'Nasıl yani herkes benimle aynı hizmeti mi alacak?' diyen bir Hülya Avşar’dan daha iyidir.

Unuttuğumuzu Unutana Kadar Unutacağız




Unutmak, TDK’nın sözlüğünde unutulmuş bir kavram: “Aklında kalmamak, hatırlamamak. Bağışlamak. Gereken önemi vermemek. Hatırdan, gönülden çıkarmak” gibi farklı manaları var.

“Unutmak kolay mı, kolaysa gel de sen unut” nakaratları ya da “Unutma unutulanlar unutanları asla unutmazlar” gibi iddialı/atarlı sözlerin arkasında kalan eziklik hali gibi arabesk tarafları da var tabi.

Neresinden tutarsanız tutun unutmak hayatımızın tam da ortasında bizi yönlendiren, yöneten, hırpalayan, ya da mutlu eden, pervasız yapan, duygusuzlaştıran, dibe batıran, en tepeye çıkaran, hasta eden/iyileştiren ya da bunlardan birini yaşarken bizi öldüren bir kavram.
Unutmak bizi biz yapan ya da yok eden şey.

Dün yüzünü görmeyi bırak ismini duymaya bile tahammül edemediğimiz kişilere bugün eyvallah dedirten, haini, caniyi bulunmaz Hint kumaşı, çareler kapısı, süreçler güzergahı yapan illet.
Unutmak, sana küfredeni alkışlatan bir hastalık, virüs, çaresi olmayan bir veba. Sen ne kadar kaçarsan kaç  gelip seni bulan salgın.

Leman Sam’ın güzel şarkıları vardı. Öyle hatırlardık. Sonra o şarkılarıyla beraber o kadın da tarihin kenar mahallelerine doğru iteklenmeye baladı. İşte tam da unutuyorduk, unutuluyordu. 
Sonra bir şey oldu. Daha önce yüzlerce kez tekrarlanmış ve iyi sonuç alınmış bişey. Biri ona dedi ki sen de böyle yap. O da yaptı, çıktı ekrana ve " Osmanlı'yı tamamen reddediyorum. Osmanlı benim ceddim değildir." deyiverdi.  Tıpkı kızı Şevval’in yaptığı şeyi yaptı. O da “Başörtüsü tekstil parçasıdır” demişti hatırlayın.  Sonra ne oldu günlerce bu söz tartışıldı, Leman da tartışılacak. Şevval’in o sözleri unutuldu. Leman’ın da o sözleri unutulacak. Şevval o günden sonra konserden konsere koştu. O kadar olmasa da Leman da ekmeğini kazanacak.  Ana-kız hakaret LTD. ŞTİ. para basmaya devam edecek.

Biz unutacağız çünkü. İlla illa unutacağız.

Adam gazeteciliği döneminde Türkiye’ye zarar vermiş herkesle röportaj yapacak, açıktan olmasa da akil insanların anlayacağı türden yöntemlerle bölücülüğe destek verecek, sonra iki sempatik haber sunacak ve sonra ölecek. Biz ardından ağıt yakmalara doyamayacağız.  Övgüler  dizmekten dizimizde derman, damağımızda su kalmayacak. 

Unutmak ciğerlerimize kadar işlemişken, akşam yediğimiz şeyi gündüzüne hatırlamazken, vatan haini  ilan edip asmaya çalıştığımız ama asamadığımız terörist başıyla masaya oturmaya hazırlanırken de hiçbir şey olmamış gibi davranacağız. Ve bundan utanmayacağız.

İnandığımız ya da bizi kendine inandıran parti iktidar olacak ve sonra bize ters işler yapacak ama biz ısrarla ona oy vermeye devam edeceğiz.  Sandık önümüze geldiğinde unutmaya hazır olduğumuz geçmişi unutacağız, ya da zaten kampanyalarla unutturulmuş olacağız.

Yaralarımız kapanmadan yaralandığımızı, su boğazımıza gelmeden battığımızı, atı alan Üsküdar’ı geçmeden, atı da Üsküdar’ı da unutacağız.

Mutlu olmadan mutsuzluğu unutacağız.  Ne halt ettiğimizi bilmeden yaşamayı öğreneceğiz. 

Unutacağız, unuttuğumuzu da unutacağız.  

Kötü Dershane Yoktur, Az Milli Eğitim Vardır




Üniversite sınavlarına hazırlanmak için dershaneye gideceğimi rahmetli babama söylediğimde babamın yüzündeki ifadeyi hiç unutmuyorum. (Bir babaya dünya sana feda olsun ile dünya başıma yıkıldı bakışını aynı anda attıran şeyin adına dershane diyorlar fakirlerin literatüründe.) Beni dershaneye gönderecek parası yoktu. Gönderemedi de… 
Üniversite –dershane ile ya da dershanesiz- bir şekilde kazanılıyor, kazandık da.  Dershane aslında size, sadece çalışma metotlarını öğretiyor.  Test falan eyvallah da, dershane müfredatta olmayan ama sınavda çıkacak bir soruyu size öğretmiyor.  İyi hocalar ve sistemli bir tekrar sizi sınava hazır hale getiriyor, ya da getiremiyor. Aslına bakarsanız dershaneye her giden üniversiteyi de kazanamıyor. Hatta yarısı bile kazanamıyor. Bir üniversite bitirecek üstüne mastır yapacak süre boyunca dershaneye gidip de hala sınav sorularını gördüğünde yabancılık çeken, samimiyet kuramayan öğrenciler var. O halde dershane üniversiteyi kazandırmıyor demek çok da yanlış olmasa gerek.
Şimdi bazı uyanıklar şunu diyebilir “Efendim ülkemizde okullar arasında uçurum var. İstanbul-Hakkari kıyaslamasını teğet geçtim küçük bir ilçedeki iki okul arasında bile kalite farkı var. Bu durumda dershane ve özel eğitime ihtiyacı ortaya çıkarıyor.”  Bunu dershaneleri savunmak için söylemek ne kadar utanç verici bir durum.  Bu cümleyi kurma için harcadığın enerjiyi eğitim sisteminin düzelmesi için kafa yormaya ayırsaydın, bugün dershane denen şey komik bir alternatif gibi görünecekti.
Mesela işte “Dershaneler okulların yetmediği ve eğitim- öğretim sisteminin eksiklerini tamamlama ihtiyacından doğmuştur.” cümlesi insafsız, zalimce bir pazarlama stratejisinden başka bir şey değildir.  Dershanedeki hocalar Mars’tan mı geliyor?  Onlar da bu ülkenin Üniversitelerinden yetişmiyor mu?
Neymiş, bir çok hoca istihdam ediliyormuş orada.  O hoca milletini sevse gider Milli Eğitim’in okullarında öğrenci yetiştirirdi. O daha fazla para kazanacak diye biz çocuklarımızı yarış atına çevirmek mi zorundayız?
Bu dershane fetişistlerin en komik savunma cümlesi şudur:  “Dershaneler kapatılırsa zengin çocuğu ile fakir çocuğunun rekabet şansı da sıfırlanacaktır.”  Dershane bedava mı alıyor öğrenciyi? Onu geçtim fakir öğrenci senin cemaatin dershanesine başvurduğunda 1 kuruş indirim mi yapıyorsun da bu cümleyi kurma hakkını kendinde buluyorsun sayın dolaryeşiligözlü insan.
Sorun rekabette fırsat eşitliği değil aslında. Zira siz çocukları, kötü öğretmelere, köhne ve demode bir eğitim sitemine mahkûm ederek zaten o öğrencinin tüm fırsat alanlarını beceriksizliğinizle, öngörüsüzlüğünüzle kapatmış oluyorsunuz.
Dershaneleri kapatmak belki bir boşluk oluşturacak ama bu açığı öğretmenlerin kalitesini arttırarak kapatabilirsiniz. Hangi okulun hocası daha iyi eğitim veriyorsa onun puanını ve maaşını yükseltirsin, kötü eğitim verenin ders sayısını azaltırsın puanını düzeltirsin vs. Devlet isterse iyi hocayı da bulur iyi eğitimi de verir.  Boşta gezen o kadar öğretmen var. Onları sisteme sok. İyi olan kalsın kötü olan gitsin ya da az maaşa talim etsin.
Dershaneler eğitim sisteminin makyajıdır. Dershaneler kalkmadığı sürece bu eğitim sisteminin ne kadar kötü olduğu ve değişmesi gerektiği idrak edilemeyecek asla.   Dershaneler aslında çocuklarımızın okullarda iyi eğitim almamasının önündeki en büyük engel.  Bu yüzden kapatılması isabet olacak.
Sonuç olarak eğitim sisteminizi düzene oturttuğunuzda dershanelere ihtiyaç da kalmayacak. Pardon şu durumda da zaten dershanelere ihtiyaç yok aslında. Zira üniversiteye hazırlanıp da dershaneye gitmeyen çocuk yok. Neredeyse…


Twietter : @hilmisili

Tektipleştiremediklerimizden misiniz?




Şu üç günlük dünyada -maya takvimine göre 17 gün kaldı- tartışmadığımız bir tek tip kıyafet kalmıştı, ahir ömrümüzde onu da gördük efendim.
Boğazına kadar popüler kültüre boğduğunuz gençliği tek tik kıyafetle mi zapt edeceksiniz fakirhane edebiyatı sınıflarınızda...
 Türkiye'nin böyle bir duruma hazır olmadığı geyiklerini doğaya salıverseniz artık. Bir şeyin olması için hazır olmak değil adım atmak gerekir. Sorun hazır olmaksa Türkiye bir asırdır demokrasiye hazır değil. Ama sistem işliyor, öyle ya da böyle.
Şu an akil adamların bile söylediği yegane terane, “gelir farkı ezmesine dönecek çocuklarımız” cümlesi etrafındaki gevelemeler.
Arkadaşı Akmerkezden giyinirken o Mahmutpaşadan giyinecek, utanacak, sıkılacak, psikolojisi bozulacak, ebeveynine isyanı depreşecek.  Sonra? Sonra okullarda darbe falan mı yapacak bu ezilmiş öğrenci kitleleri? Bir de nedir bu Akmerkez –Mahmutpaşa kıyası? Türkiye yalnızca İstanbul’dan ibaret sanki. Diğer şehirlerdeki öğrenciler her sabah servisle İstanbul’a taşınıyor da bizim mi haberimiz yok?
Benim bir türlü idrak edemediğim mesele şu; şimdi bu ülkede okullar dışında herkes eşit mi, yok mu gelir farkı?
Şimdi kıyafet serbestîsinin ilk günü çocuklar sabah okula vardıklarında, “Aman Allah’ım dünya ne kadar da eşitsizmiş, gelirim ne kadar farklıymış, zenginlik diye bişey varmış da haberimiz yokmuş, görgüsüzlük diz boyuymuş da çizmelerimizi almadan gelmişiz, önlük ve pijama dışında kıyafet de varmış” diye şaşkınlıktan şok mu geçirecekler, utancından yerin dibine mi girecekler.
Artık fakirlerin de evlerinde televizyon denen, o işte sizin gelir farkını daha önceden fark ettirmiş bir cihaz var.
O televizyonlarda çekilen diziler insanlara gelirlerinin ne kadar da farklı, ne kadar da az, yetersiz, umutsuz olduğu pompalanıyor sabah akşam çocukların zihinlerine.
“Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliği söz konusu.” dedikten sonra  “Bu ciddi problemi çözmedikten sonra, bu uygulamaya geçmek ciddi sıkıntılar getirecek” demek eşeğin kulağına baraj kurmaktır. Şu mendebur adaletsizlik ne sinsiymiş de kendini  bir tek okullarda gösteriyor sayın seyirciler.
Önce bir bocalama olacak elbet ama sonra alışacaklar. Siz kıyafeti değil de o çocuklara nasıl iyi eğitim imkânı sağlayacağınıza kafa yorun. Hala kitabı defteri olmayan öğrenciler, yıkık dökük okullar var bu memlekette.

Afişle Kaçak Sigara Biter mi?



Osmaniye polisi tarafından aylardır afiş, ilan hatta bardakaltlığı ile kaçak sigara uyarıları yapılıyor. Uyarılarda alınan her sigaranın kurşun olara döneceği anlatılmaya çalışılıyor.
İşin özünde Kaçak sigara alarak Pkk’ya destek olmayın deniyor kısaca. Evet mantık olarak doğru; kaçak sigara terör örgütüne maddi kaynak sağlıyor ve bunları alanlar ise dolaylı olarak örgüte yardım yapmış oluyor.
Vatandaşları kaçak sigaranın zararları hakkında görsel olarak bilinçlendirmek amacıyla bardak altlığı dağıtmak, afiş bastırmak sadece devlete maddi külfetten başka bir şey getirmiyor.
Zira sigara bilinç değil daha çok bilinçsizliğin tetiklediği bir tüketim maddesi. Bağımlılık sosyal bilinçten daha kuvvetli bir tetikleyici.  Bu yüzden de parası olmayan için sigarada öncelik bilinç (kaçak olması) değil bağımlılık (ucuz olması). Yani tiryaki açısından o sigara kaçak sigara değil ucuz sigara olarak görülüyor öncelikle. Maddi imkanı olanlar zaten tekel bayilerinden ya da marketlerden – diyelim-  bandrollü sigaraları alıyor. Kaçak sigara maddi durumu elvermeyen kişilerin tercih ettiği bir yol.
Kaçak sigara piyasadaki sigaraların aksine daha düşük kaliteli, içimi kötü ve vücuda daha fazla zarar veriyor. İçen kişi de bunun farkında. Fakat daha ucuz olduğu için gidip kaçak sigarayı alıyorsa siz bilinçlendirseniz de alacak. Zira daha fazla ödeyemeye parası yetmiyor.  Parası olsa o taraflara tenezzül dahi etmeyecek. Sigaraya yüksek vergi koyduğunuzda kaçak sigarayı da bir noktada teşvik etmiş oluyorsunuz.
Kaldı ki bilinçlendirmek salt afiş asmalar, bardakaltılar basmakla olmaz. Bilinç oluşturma bu kadar basit olsaydı, bu ülkede trafik kazalarındaki ölüm oranı terörden kat kat fazla olmazdı.  Bu ucuz sigarayı alan kesimin içinde akil insanları bulursunuz, onların çevresinde toplumsal bir çekim alanı oluşturursunuz o zaman biraz yol alabilirsiniz.  Ama arz var olduğu sürece talebi bitiremezsiniz.
Fakat işin garip tarafı şu; vatandaş bu kaçak malları umama açık yerlerdeki dükkanlardan ya da seyyar satıcılardan temin ediyor.
Bu malla tenha yerlerde, gece vakti ya da döner ekmeğinin içinde satılmıyor.  Birçoğu vergi levhaları olan bakkallarda ya da gündüz gözüyle seyyar satıcılar tarafından pazarlanıyor. Tamam, açıkta kaçak sigara göremiyorsunuz ama tezgâhın altında karton karton sigaranın olduğunu anlamak için de müneccim olmaya gerek yok.
Dükkâna girip kaçak sigara istediğinizde, sizden kimlik, ikametgah sormuyorlar, polis olmadığınıza kanaat getirirlerse “hay hay” deyip veriyorlar.
Tabi tam da burada akıllara gelen bir soru var. Emniyet, kaçak sigara ya da çay satan yerleri bilmiyor olabilir mi? Neden buralara baskın yapıp mallara el koymuyor da vatandaştan almayın deniyor? Seri baskınlar yaptığınızda bunu bitirmek o kadar da zor bir durum değil. 
İçeri giren kaçak sigarayı azaltırsanız içerde satanı da baskınlarla bunaltırsanız elindeki sigaraya her defasında el koyarsanız, satamaz ederseniz, bu da satılmaz. Devlet neye olmaz demiş de olmaya devam etmiş.
Vatandaş bilinçlenmeli, tamam da  sigaraya zam yaparak, kaçakçıya oyun alanı bırakarak bu işi bitiremezsiniz.  Madem konu kurşun sıkmak kadar mühim, kaçak satış yapan dükkanlara göz açtırmayarak, nefes aldırmayarak, ümüğünü sıkarak ne kadar bilinçli olduğunuzu ne kadar “milliyetçi” olduğunuzu gösteriverseniz ya. 

Yerel Medya Neden Adam Olmaz


Vakti zamanında yerel gazetelerin bir ağırlığı, ehemmiyeti ve kayda değer bir okuru vardı. Gazetede yazan şey, anayasa maddesi gibi önemsenirdi. Di diyorum çünkü o günler eskide kaldı.
Artık yerel habercilik ismi gibi yerlerde sürünüyor. Ölmüyor da. Şırıngayla, serumla ayakta duruyor.  Bazıları devletten aldığı ilanlarla günü kurtarırken bazıları da o gruba, bu ticari işletmeye, şu partiye, berideki belediyeye, ötedeki iş adamına yaslanarak, sığınarak, tutunarak hayatını devam ettiriyor.
Geçen gün bir İnternet sitesi, sanırım Şebinkarahisar’ın yerel gazetesiydi. İşte orada yazan bir köşe yazarı, “Zordur yerel basında ayakta durabilmek” şeklinde dert yanmış. 
Yerel gazete çıkarmak da ayakta kalabilmek de kolaydır aslında.  Tamam, bir takım zorlukları vardır ama siz ayakta kalmak için nereye tutunmanız gerektiğini bilemezseniz; sendelersiniz, düşersiniz ya da biri sizi düşmekten kurtarır ama bu ayakta kalmaktan daha iyi değildir. Siyasiler ve güç merkezleri  sizi öyle bir yönetir ki ne yükselirsiniz ne de düşersiniz.  Birilerinin oyuncağı, borazancıbaşı olursunuz, sonra da utanmadan biz vatandaşın  sesiyiz diye caka satarsınız.
Oysa yaptığınız haberi, haberini yaptığınız kişilerden başkası okumaz. Okusa da kale almaz.
Sonra, berbat bir üslubunuz vardır. Kullandığınız kelime sayısı bile iki yüzü geçmez.  Bir haber nasıl yapılır, habere nasıl başlanır, nasıl bitirilir, neresi vurgulanır, başlığı nasıl atılır, hepsinden bihabersinizdir. 
Köşe yazarlarınız “Sevgili Okurlarım” diye başlar yazıya, -sanırsın sevgilisine aşk mektubu yollar-, bir tek gazetenin kenarında yanık izi eksiktir.  Köşesinde şehrin sorunlarından ya da gelişmelerinden –diyelim- bahsetmez, bahsederse de ya bir siyasinin, bir yöneticinin ya da bir iş adamının şakşakçılığını yapar –sayın başkanımız ultra süper görüşlerini açıkladı- ,   olmadı dağlardaki çiçekten böcekten bahseder. At kadar at gözlüğü takarlar, asıl yazılması gerekeni görmez görürse de yazamaz. Oturduğu yerden Başbakan'a laf söyler mesela ama Başbakan'ın atadığı şehrinin yanlış yapan herhangi bir kurum müdürüne bile iki kelime edemez.  Dış politikaya bile el atar vatan kurtarır ama şehrin altyapı sorununa kalem oynatamaz.
Yazarları öyle de muhabirleri farklı mı peki? Şehrin her yerinden haber fışkırır ama hiçbiri görülmez. Varsa yoksa siyasi demeçler, açılışlar, kutlamalar, parti programları, zengin çocuklarının düğünü başkanın gezi günlükleri. Olmazsa olmazlarıdır. “Bir gün bir yerel gazetede siyasi kimliğe sahip hiç kimseyi göremezseniz, o gün yerel basın kurtulmuş demektir” desem iddialı bir cümle sayılmaz. Hayır, siyasileri gazetelerde görmekten rahatsızlık duymuyorum, olmalı da ona da sözüm yok; söylemek istediğim haber değeri olmayan şeylerin de çok mühim habermiş gibi servis edilmesi. Belediye başkanı hapşırsa “başkanım çok yaşa” diye yazacak olan gazeteler var mesela. 
Bir de raporcular var. Cumhuriyet Bayramı törenleri mesela. Haber değerine sahip midir, evet ama “ 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenleri falanca yerde coşkuyla kutlandı” gibi kısa bir haber yeterli.  İşte, “Kaymakamlıkta bayramlaşıldı, stada konuşma yapıldı, şiir okundu, dereceye girene ödül verildi, geçiş töreni yapıldı” diye haber yapmak habercilik değil. Aynı şey her 29 Ekimde olur ve bunu 7 yaşındaki çocuk da bilir. Çıkarabiliyorsan o törenden haber değeri taşıyan farklı ilginç kareler bul. Olmuş bitmiş bir bayramın programını aynen geçmek kimsenin ilgisini çekmez, mazoşist değilse.
Dediğim gibi; aslında haber çok, yazabilene. Mesela çık bir caddeye sırayla esnafı vatandaşı dinle günü kurtaracak haberleri yarım saatte bulabilirsin. Nereden mi biliyorum?


Şöyle ifade edeyim; şehri yönetenler – valisi, kaymakamı, belediye başkanı vs.- bir günden bir güne sabah işine gitmeden önce buralarda halkla konuşup derdini dinlemiyorlar, bu yüzden de vatandaşların dertlerinden bihaberler. Sen çık dinle ve bunları yaz.  İşte o zaman gerçekten halkın sesi olabilirsin.