Ayasofya Neden İbadete Açılmıyor?


29 mayıs İstanbul’un Fethinin  yıl dönümü arifesinde başta Twitter olmak üzere sosyal medyada Ayasofya’nın müze statüsünün camiye çevrilmesi konusunda kampanya başlatıldı. Özellikle Twitter’da #AyasofyaCamiOlsun ve #ayasofyaibadeteaçılsın hastaglarıyla konu tartışmaya açılmış durumda.
Fakat ortada enteresan bir durum var TT listesinde girecek hatta üst sıraları zorlayacak bir katılım olmasına rağmen hastag listede görülemedi. Dahası resmi makamlardan ya da kişilerden –diyelim- bir açıklama olmadığı gibi, konu medyada da yer bulmadı. Sanki gizli bir el tüm gözleri kapadı.
Şimdi bir düşünün: Müslüman bir ülkede, muhafazakarlığıyla övünen bir iktidar tarafından yönetilen bir siyasi sistemde, Ayasofya gibi İstanbul’un kalbi, Fethin simgesi, Müslümanların onur ve gurur kaynağı ve dahası Fatih Sultan Mehmet Han’n  mirası bir camiinin tekrar ibadete açılması konusunda binlerce insanın katıldığı bir kampanya var ve yükselen bu ses duymazdan geliniyor, izole edilmeye çalışılıyor, engelleniyor.
Ayasofya’nın bu ülkede yaşayan Müslümanlar değil, tüm dünya Müslümanları için ne kadar önemli olduğunu, statüsünün devletin müzeye çevirmesi gibi bir keyfiyettin dışında olduğunu, dahası inanan insanlar için Fatihin lanetinin o hitabede hala yazılı olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum.

Balkan Paktı öncesi Yunanlılara kıyak çekmek, jest yapmak için müzeye çevrilen Ayasofya, nasıl bir gizli anlaşmanın eseridir ki hala ibadete açılmadı?
Ya da şöyle düşünelim, Ayasofya’nın ibadete açılması neden bu kadar zor?
Müslüman gençlik yetiştirmekle övünen bir iktidar o Müslüman gençlerin gidip namaz kılacağı bir camiyi neden açamıyor? Onları tutan nedir?
Ayasofya’da kıyama durmak her Müslüman’ın kalbine nakış nakış işlenmiş bir hayalken, iktidar nasıl bir Müslümanlık rüyasındadır ki uyanıp da bunu göremiyor.
Hani cesurdunuz, hani her şeyin üzerine giderdiniz, hani Allah’tan başka kimseden korkmazdınız.  . .  Hadi diyelim Fatih’in lanetinden korkmuyorsunuz da Allah’tan da mı korkmuyorsunuz? 

Medya’nın Sümeyye İle İmtihanı


Osmaniye'li Öğrenci Sümeyye Nur Satin’in YGS başarısı görülmeye değerdi
İçinde ilkleri barındırıyordu. Bazı düşünceleri yıkıyor, bazılarını ise tepe taklak ediyordu.
Türkiye’de ilk kez bir kız öğrenci tam puan alarak YGS Türkiye Birincisi olmuştu.
Bu Osmaniye için de bir ilkti.
Dahası ve asıl konu edilmesi, alkışlanması geren; başörtülü bir kız ilk defa böyle büyük bir başarıyı elde etmişti. (Evet, başörtülüler nihayetinde diğerlerlerinden farklı insanlar değil ama madem ki 28 Şubat sürecinde başörtülülere yapılan baskı yanlıştı, madem ki ötekileştirme savlarını yıkacağız, bu bulunmaz bir fırsat olmalı ve bu yüzden bu başarı daha fazla alkışlanmalıydı.)
Hani şu laik eğitim yaygaralarına antitez olacak kadar güçlü bir done vardı elimizde…
Başörtünün sadece saçı kapattığını, beynin o örtünün altında da tıkır tıkır işleyebildiğinin kanıtı.
Ya da daha basit bir anlatımla başarının yolu giydiğin kıyafetten, örttüğün ya da örtmediğin saçından geçmediğinin.
Cumhuriyetin o laik eğitim anlayışını bile tepetaklak edecek ya da şu Kuran-ı Kerim dersinde başını kapatsa sonra da açsa mı yoksa başı açık mı derse girse tartışmasını bile manasız bir tartışmaya çeviriverecek başarı örneği.
"Başörtüsü serbest olsa bile başörtülüler bizim üniversitelerimizi kazanamaz" ya da "Türbanlılar o puanı alamazlar." diyen rektörleri yalancı çıkaran bir başarı.
İkna odalarına içeriden kilit vurduracak bir haber.
Ve tüm önyargıları yıkan, yerle bir eden saf bir duruş.
Şimdi -burada küçük bir parantez açıp soralım- denebilir mi ki, üniversitelerde başörtüsü siyasi bir simgedir. Denemez, zira hiçbir siyasi çaba bir insana bu kadar başarı yükleyemez. Bkz. partilerin gençlik kolları.
Kaldı ki bu yaştaki bir kızın zihni henüz siyasi fikirlerle tanışmayacak kadar temiz.
O halde bu başarı da o kadar temiz ve güzel bir başarı.
Geçmiş yıllarda gazetelerde boy boy haberleri geçilen, ana haber bültenlerine çıkarılan, röportajlar yapılan diğer şampiyonlardan farkı neydi peki Sümeyye’nin?

Aslında yoktu bir farkı, o da iki göze iki kulağa bir burna sahip bir insandı, mesela işte elleri vardı, soruları da o elinde tuttuğu kalemle çözmüştü haliyle, ayakları vardı diğerleri gibi. Bildiğiniz yürüyebiliyordu. Mesela hayalleri de vardı, doktor olmak istiyordu. Tıpkı diğerleri gibi onunla guru duyan ve işte kızının YGS birincisi olduğuna dair haberlerin olduğu gazete kupürlerini ömür boyu saklayacak anne ve babası vardı.
Ama o gazete kupürleri bu defa eski YGS birincilerinin haberleri kadar büyük değildi. Her şeyi görebilen medya bu başarıyı görmemişti, ya da küçük puntolarda görmüştü.
Medya bu konuda attı. At gözlüğü takmıştı ve sırtındaki 28 Şubat’ın yükünü hala atamamıştı.

Aslında Sümeyye Nur Satin’in YGS başarısı  son günlerdeki 28 şubat soruşturmasının boyutları için fikir verebilecek muntazam bir ayna.
Medya da bu sorgulama sürecine dahil olmalı diyenleri haklı çıkaracak kadar önemli bir haberdi aslında.
Zira medya 28 sürecini askerin baskısıyla mı desteklemişti yoksa onlarda sürecin gönüllü destekçileri miydi?
Hangi gazete ve televizyonun bu süreçte zorunlu hangisini gönüllü haber yaptığını anlamak istiyorsanız o zaman bugün o gazete ve televizyonların Sümeyye Nur Satin’in YGS başarısını nasıl gördüğüne bakmanız kafi.

Orgeneral Yoksa, Kargo da Yok



Bu memlekette işini tam yapmayan kaç sektör var derseniz; tatmin edecek kadar uzun bir liste çıkabilir. Ama işini mutlaka “tam yapması” gereken kaç sektör var derseniz bu listenin top onuna kargo şirketlerini koymak yanlış olmaz sanırım.
Zira onlara değerli şeylerimizi emanet ediyoruz. Ve tabi bunu yaparken değerli zamanımızı da ... Beklediğimiz şeyin beklediğimiz zamanda gelmesi bizi mutlu ediyor. Sonra, daha sonra, bir gün sonra gelmesi değil… Kargo tam da bu yüzden var.
Sloganlaması “Söz verdiğimiz gibi” ama -muhtemelen tek ayaklarını kaldırıp söz veriyor olmalılar ki-  kargom üç saatlik yoldan üç günde geliyor.
Yurtiçi Kargo’dan bahsediyorum.
Cumartesi Denizli’den verilen kargom pazartesi saat 11 olmasına rağmen gelmeyince kıllanıyorum. Zira bundan üç yıl önce de aynı kargo firmasıyla bir kargo sorunu yaşamıştım ve üstelik de beklemekten nefret ediyordum. Marmaris merkez şubeyi arayıp kargomun akıbetini sormak istiyorum “Bizde böyle bir kargo yok” diyorlar. Olmalı, bi daha bakın , diye ısrar ediyorum. Kargonuz Armutalan şubesinde diye çek ediyorlar.
Armutalan şubeyi arayıp: “Afedersiniz ama kargom geç kalmadı mı acaba” diye sorma niyetindeydim ki “Yurtiçi Kargo’dan kargoyu almak ya da almamak” isimli tiyatro oyununun içinde buluyorum kendimi.

Durum şuymuş; benim kargom yanlışlıkla Armutalan Şubesine gitmiş, onlar da bu durumda merkez şubeye borçlandırma yapacaklarmış. (Borçlandırma: günün tüm kargolarını dağıttıktan sonra yanlış gelen kargoyu asıl şubeye ulaştırmak için dağıtım merkezine götürmek) Bu da onların anlatımıyla şu demek, kargom akşam dört gibi merkez şubeye ulaşacak, merkez şubeden de bana. Yani, ölme eşeğim kargo gelsin, dünya gözüyle gör öyle ölürsün. Benim değil akşamı dakikaları kaybetmeye zamanım var mı, hayır yok. Marmaris’teysem de tatil yapmak için burada değilim haliyle ki gideyim bi denize gireyim biraz güneşleneyim, esneyeyim, içkimden bir iki yudum alayım, o arada da kargom gelir herhalde durumu da mevcut değil.
Dahası kargo geciktikçe işlerim aksamakta. (Maddi bir kayıp da var elbet ki bu daha da can sıkıcı.)
Tekrar Marmaris merkez şubeyi arıyorum. Onların cevabı benim tahammül sınırlarımı aşacak kadar vurdumduymaz. Yarın teslim edebiliriz ancak diyorlar.
Dönüp Armutalan şubeyi arıyorum, yok mu bir çaresi doktor, diyorum. Var diyorlar, çok önemliyse gelip siz alabilirsiniz.
Evet, doğru ben tatildeyim, işim gücüm yok, kalkıp kargoyu alıversem ne olur sanki? Tamam, kapıda teslim parası verdimse verdim ne olacak ki, kargo sektörüne küçük bir bağış sayalım.  Hayır delimiyim neyim 3 saat ötedeki bir şeyi pek ala kendim de gidip alabilirdim, bunun için kargoyu yormanın âlemi var mı?
Anlıyorum ki sorumu Marmaris sınırları içinde çözemeyeceğim. Güney ege bölge müdürlüğünü arıyorum. Bir bayan çıkıyor. “yardımcı olmamı istediğiniz konu nedir” diye gayet nazikçe konuya müdahil oluyor. Durumu anlatıp kargo numaramı veriyorum. “Hımmm” diyor, “borçlandırma yapılmış, Merkez şubeye gönderecekler onlar da size bugün telim ederler.
Bugün teslim edemeyeceklerini söylediler, ki bana bugün değil bir an önce ulaşması lazım kargomun diyorum. Ama beyefendi, yanlış gitmiş, napabiliriz, arayayım bugün gelir kargonuz, diyor prezantabl duruşundan ödün vermeyerek. Size “napabiliriz” demeniz için mi o maaşı ödüyorlar diyecek oluyorum, demiyorum. Zira bu “bayan” hanfendiyle kaybedecek zamanım yok. Siz arayın ben de n’apabileceğinize bir bakayım deyip İstanbul merkezi arıyorum. Saat 11:30. Müşteri hizmetlerini arıyorum, biz size döneceğiz deyip numaramı alıyorlar. Saat 12:00 İstanbul merkezi tekrar arıyorum. Ama bu defa işimi sağlama almak için direk holdingi. “Bu telefonu size kim verdi” diyorlar önce. İnternet sitenizde mevcut, demiyorum “Sorunumu daha aşağılarda –ki buna, arayacağını söyleyip, yarım saattir aramayan müşteri hizmetleriniz de dahil- çözebilecek birini bulmadığım için sizi rahatsız ettim” diyorum. Güney Ege bölge müdürlüğü de mi, diyor, evet, diyorum. Bakalım ne yapabiliriz deyip bu defa direk bölge müdürünü bağlıyor.
Sonra ne mi oluyor? 20 dakika geçmeden kargom teslim ediliyor.
Bu sorunu 2 saat gecikmeyle de olsa G. Ege bölge Müdürü’nün şahsi çabalarıyla çözüyorum.

Ve bugün yani 3 gün sonra ne oluyor dersiniz?
Bugün Yurtiçi Kargo’dan almam gereken kargo yine yanlış şubeye gidiyor.
Bu defa Güney Ege’deki o hanfendi “Efem sorun Denizlinin sorumluluğunda olan Akdeniz Bölgesinin sorunu, kargoyu yanlış adrese yolluyorlar”.  Akdeniz Bölge Müdürlüğü; “Olur mu efem, adres doğru” G. Ege: “Adres yanlış, Mustafa Muğlalı Caddesi tamam ama başında Orgenarel olacak.
Derin devlet sorununa doğru gidiyor sanki mesele. Neymiş, hem Marmaris’te hem de Armutalan Beldesi’nde Mustafa Muğlalı Caddesi varmış. Ama Marmaristeki Orgenaral Mustafa Muğlalı imiş. Yani ben adresi yanlış veriyormuşum. Başına Org. koymam gerekiyormuş.
Gerekçeye gel. Bir defa Armutlan başlı başına bir belde. Oraya kargo isteyecek olsam mutlaka Armutalan / Marmaris diye yazarım.  Sadece Marmaris yazıyorsam, Marmaris içinde bir yerdir. Armutalan, İçmeler, Beldibi ya da Datça değildir. Ki bunu en iyi bilmesi gereken kargoculardır.
Sonuç olarak ben bugün de kargomu zamanında alamadım. Ve bu defa mesai sonuna doğru aldım kargoyu. Kaybettiğim zaman ve zararımı karşılayacak bir muhatabım bile yok.
Ha bu arda acil sorun kaydı geçen müşteri hizmetleri hala aramadı. Nasipse atı alan Üsküdar’ı geçince telefonumu çaldıracaklardır.
Belki yarın belki yarında da uzak.

Otobüs Yoculuğu Sendromu. Volume 1


Fark ettiğimde artık çok geçti. Marmaris Denizli arasındaki üç buçuk saatlik yolu Pamukkale Turizmin o  küçük ve aslında servis otobüsü olarak kullanılan otobüslerinde geçirecektim. Üstelik cam kenarı değil de koridorda.  “Otobüs yolculuğu sendromum” hortluyordu ve benim bunu önlemem için yapacak hiçbir şeyim yoktu: bileti almıştım bir kere.

Eğer 2 saatten fazla yolculuk yapacaksanız bu ucube taşıta asla binmeyin, onun yerine bir traktör römorkunda seyahat edin daha az sallanırsınız.  Midemle akciğerimin yer değiştirdiğini ve böbreklerimin de o arada kendine kaçacak delik aradığı bu yolculukta,  camdan etrafa bakıp bu talihsizliğimi unutturabilecek bir şansım bile yoktu. Koridor tarafında oturmanın en çekilmez yanı gelip geçenin size değmesidir. Bu konuda muavinin olağanüstü gayretlerini taktir etmeden geçemeyeceğim.
Sanki büyük otobüsteymiş gibi servise çıktı. Önce “ne içersiniz” faslı, -hayır Starbucks’tayız da dark espresso isteme seçeneğim mevcut sanki, kıytırık bir sallama çay, üçü bir arada, en ucuzundan meyve suyun var, ki markasını da görüyorum. -  Bütün bu içecekleri birer kez dolandırıyor otobüste. Sonra çöpleri toplama faslı, arada bir kaptana özel servis derken, sol omzumla sol bacağım ha bire diz ve kol darbelerine maruz kalıyor.
Bu arda “neden bu kadar popüler bu hanım kızımız” diye Pucca’nın ilk kitabını da okumak için yanıma almıştım.  Allahtan kitap dikkat gerektirecek kadar mühim bir eser değil. Hatta bu günlükler için “Eser” kelimesi bile şaheser mesabesinde bir tanımlama olurdu. Sıradan, fazlasıyla vıcık vıcık, zeka yoksunu şirinlikler de mizah olarak size yutturulmaya çalışılmış.  Peki onu bu kadar popüler yapan ne derseniz; İflah olmaz merakımız ve bir hanım kızdan beklenemeyecek kadar arsızlaşmış bir dil ve anlatım. Evet, hakkını vermek gerekirse arada ilişkilere dair çok sağlam tespitleri var ama sorun şu ki bu kadar ahlaksızca bir ilişki yaşayacaksanız karşınızdaki kişiyi bu kadar önemsemenin de bir anlamı yok. Boş şeyler.

Denizli'nin Kale ilçesinde mola veriyoruz.  Ben şu yol bir an önce bitse de kurtulsam diye düşünürken kaptan bize acımış olmalı ki petrol istasyonundan bozma bir tesiste durdu. İçinde çiklet ve bisküviden başka bişey olmayan bir büfe, birkaç parça hediyeliğin olduğu tezgahlar (isim tireni, kolye, bileklik ve şaşı bakan koyun heykelcikleri –kabul ediyorum koyunlar öyle şaşı şaşı çok sempatikti-) ve kamyoncu lokantasını andıran bir restaurant.  
Tesisin tek güzel tarafı hala 50 kuruşa çay veriyor olmaları, üstelik wc için de para ödemiyorsunuz. Buranın sahipleri ya çok az kazanıyor ya da yolcuyu yolmayı bilmeyecek kadar naif insanlar. Yoksa daya karbonatlı çayı ardından wc ye zor düşsün arkadaş, bi de ondan para al.  
Çayımı içip bu naiflikleri kutlayarak otobüse doğru yol alıyorum. Ama o da ne; otobüs yok. Acaba anons yapıldı da ben mi duymadım. Yok canım, geldiğimizde anons olmadı ki mola bittiğinde olsun. Hem ne diyecekler; “Marmaris – Denizli seferini yapan pardon sefer dedimse lafın gelişi- yollarda eziyet çeken Pamukkale Turizmin sayılı yolcuları;  mola süreniz dolmuştur maalesef. Eziyet çekmek üzere otobüsteki yerlerinizi almanız rica olunur. Kalmak isterseniz de size hak verir bi sonraki Denizli otobüsüne kadar memnuniyetle misafir ederiz. Yolkenarı Dinlenme Tesisleri tez zamanda hayırlısıyla, kazasız belasız varmanızı temenni eder” mi?
Önce paniklesem mi acaba diye düşünüyorum, sonra bakıyorum etrafa tesisteki bazı yolcular bizim otobüsten ve benim aksime onlarda telaş eder bir hal de yok. Sakin sakin geziniyorlar.  Ben de durumu çaktırmadan otobüsü arıyorum. Tahmin edemediğim gibi tesisin araksına çekmiş otobüsü yıkıyorlar. Tabi bu arda bizim mola süresi 20 dakikadan yarım saate doğru hızla ilerliyor.

Denizliye ulaştığımızda 3 saatlik yol mola ve terminal beklemeleriyle 4 saati bulmuştu. Kendimi bir taksinin konforlu koltuğuna atıyorum. Huzur 10 dakikalık mesafede ve adına da otel diyorlar.