Kötü Dershane Yoktur, Az Milli Eğitim Vardır




Üniversite sınavlarına hazırlanmak için dershaneye gideceğimi rahmetli babama söylediğimde babamın yüzündeki ifadeyi hiç unutmuyorum. (Bir babaya dünya sana feda olsun ile dünya başıma yıkıldı bakışını aynı anda attıran şeyin adına dershane diyorlar fakirlerin literatüründe.) Beni dershaneye gönderecek parası yoktu. Gönderemedi de… 
Üniversite –dershane ile ya da dershanesiz- bir şekilde kazanılıyor, kazandık da.  Dershane aslında size, sadece çalışma metotlarını öğretiyor.  Test falan eyvallah da, dershane müfredatta olmayan ama sınavda çıkacak bir soruyu size öğretmiyor.  İyi hocalar ve sistemli bir tekrar sizi sınava hazır hale getiriyor, ya da getiremiyor. Aslına bakarsanız dershaneye her giden üniversiteyi de kazanamıyor. Hatta yarısı bile kazanamıyor. Bir üniversite bitirecek üstüne mastır yapacak süre boyunca dershaneye gidip de hala sınav sorularını gördüğünde yabancılık çeken, samimiyet kuramayan öğrenciler var. O halde dershane üniversiteyi kazandırmıyor demek çok da yanlış olmasa gerek.
Şimdi bazı uyanıklar şunu diyebilir “Efendim ülkemizde okullar arasında uçurum var. İstanbul-Hakkari kıyaslamasını teğet geçtim küçük bir ilçedeki iki okul arasında bile kalite farkı var. Bu durumda dershane ve özel eğitime ihtiyacı ortaya çıkarıyor.”  Bunu dershaneleri savunmak için söylemek ne kadar utanç verici bir durum.  Bu cümleyi kurma için harcadığın enerjiyi eğitim sisteminin düzelmesi için kafa yormaya ayırsaydın, bugün dershane denen şey komik bir alternatif gibi görünecekti.
Mesela işte “Dershaneler okulların yetmediği ve eğitim- öğretim sisteminin eksiklerini tamamlama ihtiyacından doğmuştur.” cümlesi insafsız, zalimce bir pazarlama stratejisinden başka bir şey değildir.  Dershanedeki hocalar Mars’tan mı geliyor?  Onlar da bu ülkenin Üniversitelerinden yetişmiyor mu?
Neymiş, bir çok hoca istihdam ediliyormuş orada.  O hoca milletini sevse gider Milli Eğitim’in okullarında öğrenci yetiştirirdi. O daha fazla para kazanacak diye biz çocuklarımızı yarış atına çevirmek mi zorundayız?
Bu dershane fetişistlerin en komik savunma cümlesi şudur:  “Dershaneler kapatılırsa zengin çocuğu ile fakir çocuğunun rekabet şansı da sıfırlanacaktır.”  Dershane bedava mı alıyor öğrenciyi? Onu geçtim fakir öğrenci senin cemaatin dershanesine başvurduğunda 1 kuruş indirim mi yapıyorsun da bu cümleyi kurma hakkını kendinde buluyorsun sayın dolaryeşiligözlü insan.
Sorun rekabette fırsat eşitliği değil aslında. Zira siz çocukları, kötü öğretmelere, köhne ve demode bir eğitim sitemine mahkûm ederek zaten o öğrencinin tüm fırsat alanlarını beceriksizliğinizle, öngörüsüzlüğünüzle kapatmış oluyorsunuz.
Dershaneleri kapatmak belki bir boşluk oluşturacak ama bu açığı öğretmenlerin kalitesini arttırarak kapatabilirsiniz. Hangi okulun hocası daha iyi eğitim veriyorsa onun puanını ve maaşını yükseltirsin, kötü eğitim verenin ders sayısını azaltırsın puanını düzeltirsin vs. Devlet isterse iyi hocayı da bulur iyi eğitimi de verir.  Boşta gezen o kadar öğretmen var. Onları sisteme sok. İyi olan kalsın kötü olan gitsin ya da az maaşa talim etsin.
Dershaneler eğitim sisteminin makyajıdır. Dershaneler kalkmadığı sürece bu eğitim sisteminin ne kadar kötü olduğu ve değişmesi gerektiği idrak edilemeyecek asla.   Dershaneler aslında çocuklarımızın okullarda iyi eğitim almamasının önündeki en büyük engel.  Bu yüzden kapatılması isabet olacak.
Sonuç olarak eğitim sisteminizi düzene oturttuğunuzda dershanelere ihtiyaç da kalmayacak. Pardon şu durumda da zaten dershanelere ihtiyaç yok aslında. Zira üniversiteye hazırlanıp da dershaneye gitmeyen çocuk yok. Neredeyse…


Twietter : @hilmisili

Tektipleştiremediklerimizden misiniz?




Şu üç günlük dünyada -maya takvimine göre 17 gün kaldı- tartışmadığımız bir tek tip kıyafet kalmıştı, ahir ömrümüzde onu da gördük efendim.
Boğazına kadar popüler kültüre boğduğunuz gençliği tek tik kıyafetle mi zapt edeceksiniz fakirhane edebiyatı sınıflarınızda...
 Türkiye'nin böyle bir duruma hazır olmadığı geyiklerini doğaya salıverseniz artık. Bir şeyin olması için hazır olmak değil adım atmak gerekir. Sorun hazır olmaksa Türkiye bir asırdır demokrasiye hazır değil. Ama sistem işliyor, öyle ya da böyle.
Şu an akil adamların bile söylediği yegane terane, “gelir farkı ezmesine dönecek çocuklarımız” cümlesi etrafındaki gevelemeler.
Arkadaşı Akmerkezden giyinirken o Mahmutpaşadan giyinecek, utanacak, sıkılacak, psikolojisi bozulacak, ebeveynine isyanı depreşecek.  Sonra? Sonra okullarda darbe falan mı yapacak bu ezilmiş öğrenci kitleleri? Bir de nedir bu Akmerkez –Mahmutpaşa kıyası? Türkiye yalnızca İstanbul’dan ibaret sanki. Diğer şehirlerdeki öğrenciler her sabah servisle İstanbul’a taşınıyor da bizim mi haberimiz yok?
Benim bir türlü idrak edemediğim mesele şu; şimdi bu ülkede okullar dışında herkes eşit mi, yok mu gelir farkı?
Şimdi kıyafet serbestîsinin ilk günü çocuklar sabah okula vardıklarında, “Aman Allah’ım dünya ne kadar da eşitsizmiş, gelirim ne kadar farklıymış, zenginlik diye bişey varmış da haberimiz yokmuş, görgüsüzlük diz boyuymuş da çizmelerimizi almadan gelmişiz, önlük ve pijama dışında kıyafet de varmış” diye şaşkınlıktan şok mu geçirecekler, utancından yerin dibine mi girecekler.
Artık fakirlerin de evlerinde televizyon denen, o işte sizin gelir farkını daha önceden fark ettirmiş bir cihaz var.
O televizyonlarda çekilen diziler insanlara gelirlerinin ne kadar da farklı, ne kadar da az, yetersiz, umutsuz olduğu pompalanıyor sabah akşam çocukların zihinlerine.
“Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliği söz konusu.” dedikten sonra  “Bu ciddi problemi çözmedikten sonra, bu uygulamaya geçmek ciddi sıkıntılar getirecek” demek eşeğin kulağına baraj kurmaktır. Şu mendebur adaletsizlik ne sinsiymiş de kendini  bir tek okullarda gösteriyor sayın seyirciler.
Önce bir bocalama olacak elbet ama sonra alışacaklar. Siz kıyafeti değil de o çocuklara nasıl iyi eğitim imkânı sağlayacağınıza kafa yorun. Hala kitabı defteri olmayan öğrenciler, yıkık dökük okullar var bu memlekette.

Afişle Kaçak Sigara Biter mi?



Osmaniye polisi tarafından aylardır afiş, ilan hatta bardakaltlığı ile kaçak sigara uyarıları yapılıyor. Uyarılarda alınan her sigaranın kurşun olara döneceği anlatılmaya çalışılıyor.
İşin özünde Kaçak sigara alarak Pkk’ya destek olmayın deniyor kısaca. Evet mantık olarak doğru; kaçak sigara terör örgütüne maddi kaynak sağlıyor ve bunları alanlar ise dolaylı olarak örgüte yardım yapmış oluyor.
Vatandaşları kaçak sigaranın zararları hakkında görsel olarak bilinçlendirmek amacıyla bardak altlığı dağıtmak, afiş bastırmak sadece devlete maddi külfetten başka bir şey getirmiyor.
Zira sigara bilinç değil daha çok bilinçsizliğin tetiklediği bir tüketim maddesi. Bağımlılık sosyal bilinçten daha kuvvetli bir tetikleyici.  Bu yüzden de parası olmayan için sigarada öncelik bilinç (kaçak olması) değil bağımlılık (ucuz olması). Yani tiryaki açısından o sigara kaçak sigara değil ucuz sigara olarak görülüyor öncelikle. Maddi imkanı olanlar zaten tekel bayilerinden ya da marketlerden – diyelim-  bandrollü sigaraları alıyor. Kaçak sigara maddi durumu elvermeyen kişilerin tercih ettiği bir yol.
Kaçak sigara piyasadaki sigaraların aksine daha düşük kaliteli, içimi kötü ve vücuda daha fazla zarar veriyor. İçen kişi de bunun farkında. Fakat daha ucuz olduğu için gidip kaçak sigarayı alıyorsa siz bilinçlendirseniz de alacak. Zira daha fazla ödeyemeye parası yetmiyor.  Parası olsa o taraflara tenezzül dahi etmeyecek. Sigaraya yüksek vergi koyduğunuzda kaçak sigarayı da bir noktada teşvik etmiş oluyorsunuz.
Kaldı ki bilinçlendirmek salt afiş asmalar, bardakaltılar basmakla olmaz. Bilinç oluşturma bu kadar basit olsaydı, bu ülkede trafik kazalarındaki ölüm oranı terörden kat kat fazla olmazdı.  Bu ucuz sigarayı alan kesimin içinde akil insanları bulursunuz, onların çevresinde toplumsal bir çekim alanı oluşturursunuz o zaman biraz yol alabilirsiniz.  Ama arz var olduğu sürece talebi bitiremezsiniz.
Fakat işin garip tarafı şu; vatandaş bu kaçak malları umama açık yerlerdeki dükkanlardan ya da seyyar satıcılardan temin ediyor.
Bu malla tenha yerlerde, gece vakti ya da döner ekmeğinin içinde satılmıyor.  Birçoğu vergi levhaları olan bakkallarda ya da gündüz gözüyle seyyar satıcılar tarafından pazarlanıyor. Tamam, açıkta kaçak sigara göremiyorsunuz ama tezgâhın altında karton karton sigaranın olduğunu anlamak için de müneccim olmaya gerek yok.
Dükkâna girip kaçak sigara istediğinizde, sizden kimlik, ikametgah sormuyorlar, polis olmadığınıza kanaat getirirlerse “hay hay” deyip veriyorlar.
Tabi tam da burada akıllara gelen bir soru var. Emniyet, kaçak sigara ya da çay satan yerleri bilmiyor olabilir mi? Neden buralara baskın yapıp mallara el koymuyor da vatandaştan almayın deniyor? Seri baskınlar yaptığınızda bunu bitirmek o kadar da zor bir durum değil. 
İçeri giren kaçak sigarayı azaltırsanız içerde satanı da baskınlarla bunaltırsanız elindeki sigaraya her defasında el koyarsanız, satamaz ederseniz, bu da satılmaz. Devlet neye olmaz demiş de olmaya devam etmiş.
Vatandaş bilinçlenmeli, tamam da  sigaraya zam yaparak, kaçakçıya oyun alanı bırakarak bu işi bitiremezsiniz.  Madem konu kurşun sıkmak kadar mühim, kaçak satış yapan dükkanlara göz açtırmayarak, nefes aldırmayarak, ümüğünü sıkarak ne kadar bilinçli olduğunuzu ne kadar “milliyetçi” olduğunuzu gösteriverseniz ya. 

Yerel Medya Neden Adam Olmaz


Vakti zamanında yerel gazetelerin bir ağırlığı, ehemmiyeti ve kayda değer bir okuru vardı. Gazetede yazan şey, anayasa maddesi gibi önemsenirdi. Di diyorum çünkü o günler eskide kaldı.
Artık yerel habercilik ismi gibi yerlerde sürünüyor. Ölmüyor da. Şırıngayla, serumla ayakta duruyor.  Bazıları devletten aldığı ilanlarla günü kurtarırken bazıları da o gruba, bu ticari işletmeye, şu partiye, berideki belediyeye, ötedeki iş adamına yaslanarak, sığınarak, tutunarak hayatını devam ettiriyor.
Geçen gün bir İnternet sitesi, sanırım Şebinkarahisar’ın yerel gazetesiydi. İşte orada yazan bir köşe yazarı, “Zordur yerel basında ayakta durabilmek” şeklinde dert yanmış. 
Yerel gazete çıkarmak da ayakta kalabilmek de kolaydır aslında.  Tamam, bir takım zorlukları vardır ama siz ayakta kalmak için nereye tutunmanız gerektiğini bilemezseniz; sendelersiniz, düşersiniz ya da biri sizi düşmekten kurtarır ama bu ayakta kalmaktan daha iyi değildir. Siyasiler ve güç merkezleri  sizi öyle bir yönetir ki ne yükselirsiniz ne de düşersiniz.  Birilerinin oyuncağı, borazancıbaşı olursunuz, sonra da utanmadan biz vatandaşın  sesiyiz diye caka satarsınız.
Oysa yaptığınız haberi, haberini yaptığınız kişilerden başkası okumaz. Okusa da kale almaz.
Sonra, berbat bir üslubunuz vardır. Kullandığınız kelime sayısı bile iki yüzü geçmez.  Bir haber nasıl yapılır, habere nasıl başlanır, nasıl bitirilir, neresi vurgulanır, başlığı nasıl atılır, hepsinden bihabersinizdir. 
Köşe yazarlarınız “Sevgili Okurlarım” diye başlar yazıya, -sanırsın sevgilisine aşk mektubu yollar-, bir tek gazetenin kenarında yanık izi eksiktir.  Köşesinde şehrin sorunlarından ya da gelişmelerinden –diyelim- bahsetmez, bahsederse de ya bir siyasinin, bir yöneticinin ya da bir iş adamının şakşakçılığını yapar –sayın başkanımız ultra süper görüşlerini açıkladı- ,   olmadı dağlardaki çiçekten böcekten bahseder. At kadar at gözlüğü takarlar, asıl yazılması gerekeni görmez görürse de yazamaz. Oturduğu yerden Başbakan'a laf söyler mesela ama Başbakan'ın atadığı şehrinin yanlış yapan herhangi bir kurum müdürüne bile iki kelime edemez.  Dış politikaya bile el atar vatan kurtarır ama şehrin altyapı sorununa kalem oynatamaz.
Yazarları öyle de muhabirleri farklı mı peki? Şehrin her yerinden haber fışkırır ama hiçbiri görülmez. Varsa yoksa siyasi demeçler, açılışlar, kutlamalar, parti programları, zengin çocuklarının düğünü başkanın gezi günlükleri. Olmazsa olmazlarıdır. “Bir gün bir yerel gazetede siyasi kimliğe sahip hiç kimseyi göremezseniz, o gün yerel basın kurtulmuş demektir” desem iddialı bir cümle sayılmaz. Hayır, siyasileri gazetelerde görmekten rahatsızlık duymuyorum, olmalı da ona da sözüm yok; söylemek istediğim haber değeri olmayan şeylerin de çok mühim habermiş gibi servis edilmesi. Belediye başkanı hapşırsa “başkanım çok yaşa” diye yazacak olan gazeteler var mesela. 
Bir de raporcular var. Cumhuriyet Bayramı törenleri mesela. Haber değerine sahip midir, evet ama “ 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenleri falanca yerde coşkuyla kutlandı” gibi kısa bir haber yeterli.  İşte, “Kaymakamlıkta bayramlaşıldı, stada konuşma yapıldı, şiir okundu, dereceye girene ödül verildi, geçiş töreni yapıldı” diye haber yapmak habercilik değil. Aynı şey her 29 Ekimde olur ve bunu 7 yaşındaki çocuk da bilir. Çıkarabiliyorsan o törenden haber değeri taşıyan farklı ilginç kareler bul. Olmuş bitmiş bir bayramın programını aynen geçmek kimsenin ilgisini çekmez, mazoşist değilse.
Dediğim gibi; aslında haber çok, yazabilene. Mesela çık bir caddeye sırayla esnafı vatandaşı dinle günü kurtaracak haberleri yarım saatte bulabilirsin. Nereden mi biliyorum?


Şöyle ifade edeyim; şehri yönetenler – valisi, kaymakamı, belediye başkanı vs.- bir günden bir güne sabah işine gitmeden önce buralarda halkla konuşup derdini dinlemiyorlar, bu yüzden de vatandaşların dertlerinden bihaberler. Sen çık dinle ve bunları yaz.  İşte o zaman gerçekten halkın sesi olabilirsin. 

Terör Mücadelenin Alışılmış Klişeleri


30 küsur yıldır hükümetin terör konusundaki söylemeleri değişmedi, aynı şekilde terör azalmadı, hatta son zamanlarda arttı. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin terörle mücadele yöntemlerinin, konuştukları dille doğru orantılı olduğunu düşünüyorum.
Bana sorarsanız, -sormasanız da- terörün çözümü tamamen doğru dil kullanmakla alakalı.  Silahla topla tüfekle olsaydı bu zamana kadar çözülürdü, her yöntemdenendi, hatta seyyar mahkemeler kurup bir anda affettik, “hadi yine iyisiniz, artık terörist değilsiniz” nakaratlarıyla salıverdik ama olmadı.
O yüzden şimdi farklı bir şey yapıp söylemi değiştirme zamanı, hem denemekle ne kaybederiz ki, öyle de böyle de terör devam ediyor, belki bu defa doğru mücadele yöntemini bulmuş olabiliriz.
SÖZÜN BİTTİĞİ…
N’olur bundan sonra hiçbir yetkili hatta hiçbir insan evladı “Sözün bittiği yerdeyiz” geyiğine girmesin.  Zira yok öyle bir yer. O söz söylendikten sonra da terör bitmedi, söz hiç bitmedi. Ha bire konuşuldu, tehditler savruldu, nutuklar okundu, yeminler edildi sözler verildi, tartışıldı, konuşuldu, konuşuldu, konuşuldu. . .
Sözün bittiği yer, sözün bittiği yani yeşerdiği çoğaldı yer oldu. Değişen hiçbir şey olmadı.
BIÇAK VE KEMİK MESELESİ
Şu meşhur yağmasak da gürleme efekti verelim babından “Bıçak kemiğe dayandı”
cümlesiyle başlayalım. Ne kemikmiş birader, bana mısın demedi… Dedi de biz mi duymadık yoksa.
Sorun şu ki bu bıçak kimin elinde kemik kimin kemiği henüz çözülmüş değil.  Bıçak hükümet mensuplarının kemiğine dayanmış, şehit haberleri onların canını yakıyor olsaydı, maç anlatan spiker edasında “Bıçak kemiğe dayandı” demezlerdi. O bıçağı tutan eli alıp kırarlar, bıçak tutamaz ederlerdi. Ama görünen o ki bıçak sadece milletin hatta garibanların kemiğine dayanmış durumda. Bir de kemikleri sızlayan şehitler var tabii. Bu yüzden bir an önce bu söylem değiştirilmeli yerine “Ya bu terörü bitireceğim ya da gideceğim” denmeli bitirilemezse camın önü kapatılmamalı, gidilmeli.
KARARLILIK VURGUSU TERK EDİLMELİ.
Terör saldırılarının ardından yayınlanan başsağlığı mesajları ya da açıklamalarda “Terör, er ya da geç kaybetmeye, yok olup gitmeye, milletin azim ve kararlılığı karşısında erimeye mahkumdur. Terörün üzerine kararlılıkla gitmeyi sürdüreceğiz. ” şeklindeki cümleler artık hem çok klişe hem de kusura bakmayın ama kimseyi korkutmuyor. Korkutsa aç köpekler gibi saldırmayı bırakırlardı. Bu açıklamayı okuyan terörist sürübaşları “Arkadaş çok pis tırstım, 6 ay karakol marakol basamam artık, ben kandile, oradan da kuzey ırağa gidip kafa dinleyeceğim siz de evinize dönün 6 ay sonra aynı yer ve saatte buluşuruz” mu diyordur acaba? Bence de demiyorlardır, siz kararlıysanız onlar da 30 yıldır şuursuzca saldırmaya devam etti. Yani orada da var bir kararlılık.
Kararlılık yerinen akıllık vurgusu yapılmalı. “Düşünüyoruz, hatalarımızı gözden geçiriyoruz, bir daha olmaması için tedbirler alıyoruz, hainlerin nasıl ümüğünü sıkarız onun üzerinde yoğunlaştık, enselerindeyiz” gibi açıklamalar da olabilir.
HAİNLER NİTELEMESİ DEĞİŞMELİ.
Söz hainden açılmışken bu hain nitelemesi de klişeleşti o da değişmeli. ‘Hain’ yerine ‘ezik’, ‘hainler’ yerine de ‘ezikler’ denmeli. Cümle içerisinde kullanmak gerekirse : “Ramazan ayında böyle kalleşçe bir saldırı düzenleyen ezikler, kıçınızı da yırtsanız eninde sonunda ölümünüz Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde MKE markalı bir kurşunla olacak, ezik geldiniz ezilip gideceksiniz”.
EN AĞIR ŞEKİLDE KARŞILIĞINI BULACAKTIR. . .
Şu cümleyi kelimesi kelimesine kullanan onlarca siyasi bulabilirsiniz: “Milletimizin birliğini, ülkemizin bölünmez bütünlüğünü, vatandaşlarımızın huzur ve güvenliğini hedef alan saldırı ve eylemlerini devam ettiren teröristler, elbette ki en ağır şekilde karşılığını bulacaktır.”
Hükümet son 15 günde 115 terörist öldürüldüğünü açıkladı. Bu şimdi en ağır karşılık mı oluyor. 500 terörist öldürsen tam karşılığı bulunmuş mu olacak.
Zaten bir terörist 5 ila 7 yıl içerisinde asker kurşunuyla olmasa da hastalıktan, iç infazdan ya da başka bir nedenden geberiyor. 30’unu geçmiş teröristler sadece saçma sapan dizilerde olur. Yönetici kadrosu yaşamaya devam eder ama teröristin ömrü 5 yıldır.  Yani siz hiç bişey yapmasanız da o dağ şartlarında 5 ila 10 yıl içerisinde ölecekler. O zaman şehit sayısının karşılığında terörist öldürmek sorunu çözmüyor. Yapabiliyorsunuz yöneticilerini gebertin. Finanse eden işadamlarının kafalarına sıkın, yardım eden ülkelere yaptırım uygulayın ya da onların içişlerin bi karıştırıverin. O zaman karşılık sayılabilir.
Mücadelenin en güçlü şekilde sürdürüldüğü açıklaması geliyor yine. Ne yani yan gelip yatacak değilsiniz ya… Bi de bunu somut olarak görsek de size inanabilsek. Ha
Mesela derin üzüntü duymayın. Siz ne zaman derin üzüntü duysanız biz derin bir umutsuzluğa kapılıyoruz. Hükümet hindi gibi düşünme, üzülme, kere boğulma yeri değildir, hükmetme yeridir. Üzülme; kalk ve bir şeyler yap. yır, maden yapamıyorsunuz bari öyleymiş gibi yapmayın.

Sevdayı Kazaya Bıraktık.



Arada mesafeler vardı,
Çok gitmek istiyordum
Çok gelmek istiyordu.
Mesafeler yol değildi oysa.

Arada zaman vardı,
O saatini ileri alsa
Ben geri gelsem biraz?
Zaman beklemeyi bilmiyordu

Arada başka engel yoktu
Olsa onu da yıkardık
Zaman ve mesafelere yenildi
Ve bu sevdayı kazaya bıraktık

Diyanet Patrikhaneyi Neden Öptü?



Süper bir görüşme değil mi, harika bir diyalog, müthiş bir empati, cüppelerden taşan bir sempati, tarihi bir gün, dönüm noktası vs. vs. vs. Tabii bu Ortodoksların penceresine çıkıp baktığınızda böyle.  Müslümanların mihrabından baktığınızda "İnneddîne indallâhil İslâm” ayetinin neden hutbelerden kaldırıldığına dair soru işaretlerinin de cevabı gibi.
Oysa sayın sevgili çok değerli Diyanet İşleri Başkanı (DİB) Mehmet Görmez Kazakistanlardan dünyaya haykırıyordu gür sesiyle: ''Dinler arası diyalog olmaz efem. İki farklı dinden din adamı oturup çevre ile ilgili, savaşlarla ilgili bir konuyu görüşebilir, Avrupa kupası maçlarını tartışabilir, ne olacak bu memleketin hali azizim, azizim demişken ne olacak bu Aziz Yıldırım’ın hali azizim diyebilir, adada mangal yapabilir, halı saha maçına gidebilir, boğazda çayla simit yiyebilir, bu diyalogdur. Ancak dinler arası diyalog olmaz”, gibi fetvaalamalar yapıyordu.
 DİB Mehmet Görmez, Fener Rum Patriği Bartholomeos'u ziyaretinde ne dedi; “Ruhban okulu açılmalı” dedi. Ruhban okulu nedir; Ortodoks din adamı yetiştiren bir okuldur, su ürünleri fakültesi değil. . . Yani Görmez dünya işlerini konuşmadı, bildiğin Ortodokslara koltuk çıktı, destek verdi, yanlarında olduğu gösterdi, tespih değişti, öpüştü, koklaştı, diyalogun tüm gereklerini yerine getirdi.
Çark etmek kelimesi ne kadar da itici bir kelimeymiş öğrendik. Neymiş; öyle paçaları sıvamadan küçük abdest bozulmazmış, üzerine necaset sıçrar sonra namazın ifsat olurmuş. Çark ettirirlermiş adamı, geri adım attırtırlar, tükürdüğünü yalatırlar ve sonra seni hoşgörü kelebeği olarak yollarlarmış Patriğin ayağına. Bir anda dinler arası diyalogun baş aktörü oluverirmişsin.
Şimdi sen DİB Olarak Ayasofya açılsın diye iki kelam edememişsin, Ortodoksların Ruhban Okulu için önayak oluyorsun. Bartholomeos’un yıllarca verdiği mücadelenin son golüsününüz sevgili Görmez. Tereyağından kıl çeker gibi aldı istediğini.  Buradaki tereyağı da siz oluyorsunuz hatırlatayım. İktidar sizi ekmeğe sürüp yedi afiyetle. Şimdi kimse AKP’ye ne yaptınız siz diyemez. İhale size kaldı, hadi geçmiş olsun.
Diyanet İşleri Başkanı olarak camilerinde koskoca yaz boyu çocuklara 10 sayfa Kuran-ı kerim okutamamışken, cemaate secdede ayaklarını kaldırmanın namazı bozacağını söyleyememişken, namaz kılanın önünden geçmenin günah olduğu konusunda bile cemaati  uyarmamışken, cami cemaatinin %50’sinden fazlasının dini altyapısında senin imamlarından/vaizlerinden/hocalarından çok cemaatlerin katkısı varsa, yani sen kendi cemaatine hala doğru düzgün bir şeyler öğretemezken “Aman Ortodokslar din hocasından mahrum kalmasın” diye çabalamanın alemi ne?
Müslümanlara katkı sağlayamıyorum bari Ortodokslar için bir şeyler yapayım çabası mıdır bu koşa koşa gittiğin misyon?
İlla ki biri bu diyalogu gerçekleştirecekse, bırak kavramın aksiyon şefi Amerika’dan gelip yapsın o işi. Ki tecrübelidir, karşılığında Atina’da bir camii olmadı bir cemaat okulu sözü bile alır. Belli mi olur bakarsın seneye Türkçe olimpiyatlarında Yunanlı bir çocuk “ Çayeli'nden öteye gidelum yali yali.” diye türkü bile patlatabilir, kim bilir.
Diyelim ki mutlaka bir yer açılsın diye içinde büyüdükçe büyüyen  bir istek ve coşku  var ve sen buna gem vuramıyorsun, o zaman karşında AYASOFYA mahzun mahzun bekliyor, Ayasofya’nın açılmasına önayak ol. Ol da makamının insanı mısın daha yukarıdaki makamların insanı mısın, Diyanet İşleri Başkanı mısın, Diyalog İşleri Başkanı mısın anlayalım, Sevgili Mehmet görmez.

Sanat Camiasının Şehitlerle imtihanı: Nora Ephron Örneği...


Sanat camiasının jargonuyla konuşmak gerekirse; bizi biz yapan değerler farkındalıklarımızın toplamından başka bir şey değildir aslında.  Aşağıda okuyacağınız şeyler işte sırf bu yüzden sadece bir uyandırma, ülke gerçeklerine kıçını dönüp yatan sanatçı/şarkıcı, yazar/çizer, ve bilimum entelektüel/elit  güruhu ayak uçlarıyla dürtme girişiminden öteye bir şey değildir. Bir linç girişimi hiç değildir. Lafı kıçından anlamayın diye en başta söylemiş olalım…

Terör eylemlerinin tırmandığı bir haftanın sonunda 4 şehit verdiğimiz bir günde Amerikalı film yönetmeni, senarist ve yazar Nora Ephron da göçüp gitti bu dünyadan.
Sanat ve medya dünyasının 09 uçlu kalemleri “Şu gökkubbede ne hoş bir seda idin sen Seda Sayan pardon Nora” tarzı yazılar ve tivitler döşediler Nora Ephron’un ardından. “Bunda ne var, çok normal şeyler bunlar azizim?” diyeceksiniz. Ki size canı gönülden katılıyorum hacım.
Yapsınlar tabi, onlar öldüklerinde de birileri onlar için ‘badem gözlü’ diyecektir mutlaka. Da bu kör güruh şehit haberlerinden sonra kınalı kuzular için neden birkaç kelam etmediler, şehitlerimize rahmet yakınlarına metanet dilemediler, onu merak etmekteyim affınıza sığınarak.
Sonra şunu da merak etmekteyim; terörü lanetleyen bir iki yazı, tivit çiziktirmediler mesela?
Mesela işte neden bu vatan için seve seve canını veren insanları Nora Ephron kadar yazılarıyla omuzlarına alıp taşımadılar birkaç adım? Arkalarından 1 Fatiha 3 ihlas okumadılar. “Onlar biz konforlu yataklarımızda uyurken bizim için dağlarda şehit düşen kahramanlardı” cümlesini kuramadılar?
Nora Ephron sanat camiası için, mühimdir, göz ardı edilemezdir, anılası kişiliktir eyvallah da, o 20 yaşındaki delikanlılar sizin ekmeğini yediğiniz ülkenin bekçileridir, unuttunuz mu?
Verginizi ödüyor olmanız onlara borcunuzun olmadığı anlamına gelmiyor. Zira sizin paralarınız o canların diyeti değil.
Bu kadar rahat olmanızın altındaki sebepleri fena halde merak etmekteyim sevgili post modern elitler ve elitcikler.

Hani şu kürtaj meselesinde benim bedenim diyenler gencecik insanların bedenine sıkılan kurşunları hızlı olduğu için mi göremediler acaba. Çığırtkanlık konusunda maharetinizi terör konusunda da göstermiş olsaydınız bu ülkenin terör diye bir sorunu olur muydu acaba?
Terör her ne kadar hükümetlerin sorunu olsa da siz yani bu ülkede ağzından çıkan her sözün öyle ya da böyle haber olduğu kişiler, laf olsun diye değil de çözüm olsun diye bir şeyler söyleseniz ya. Şehitlere Nora kadar sahip çıksanız ya…
Size ekmek veren ülkenin evlatlarına göstermelik de olsa bir teşekkür ediverseniz mesela.
İncileriniz mi dökülürdü acaba…

Uçağımızı Ruslar mı düşürdü?



Türkiye’ye ait  RF-4E tipi keşif uçağının Akdeniz’de düşürülmesi sonrası ilk haberler uçağımızın Suriye tarafından düşürdüğünü şeklindeydi. Oysa Suriye 8 saat boyunca resmi olarak “Evet, ben düşürdüm” dememişti.

Aslında o bölgede (Lazkiye açıkları,) bir uçak düşmüşse bu ya arızadan düşmüş olmalıydı ya da Suriye düşürmeliydi. Zira bir hava sahası ihlali varsa bu Suriye’nin hava sahası olabilirdi sadece. Kaldı ki Suriye bir iç savaşla cebelleşiyordu ve reflekslerini kontrol edememiş olabilirdi pekala.  Hoş, sebep aramaya ne gerek vardı basbayağı Suriye düşürmüştü, aksini söylemek körlük olurdu.

Uçağın düşmesinen itibaren garip şeyler olmaya başladı. 24 saat boyunca tek bilinen şey “Suriye uçağımızı düşürdü” cümlesinden ibaretti. “Uçak orda ne arıyordu, ne yaşanmıştı, sınır ihlali var mıydı, pilotların akıbeti neydi?” gibi sorular henüz cevaplanmamıştı.

Sonrası gelişmeler ve hükümetin aşırı soğukkanlı halleri de akıllara başka soruları getiriyordu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı açıklamalar da gösteriyor ki –her ne kadar kendisi Suriye vurdu dese de- Suriye’nin uçağımızı vurması için bir sebep yoktu.  Sınır ihlali olmadığı halde sınır ihlali var demelerine rağmen “Acil kanal yayını, uyarı, inmeye zorlama, olmadı uyarı ateşi” gibi prosedürleri uygulamayı unuttu. Suriye sınırdan Türkiye’ye birkaç pare top atışı yapsa bir füze yollasa daha mantıklı sebepler bulurdu mutlaka.

Suriye her ne kadar bir iç savaş yaşıyor olsa da bu kadar pervasız davranamaz. Türkiye’ye ait bir uçağı düşürmek Beşar Esat için kendi ipini çekmek olur. Ki bunu en iyi bilen de Esat olmalı. Türkiye her ne kadar muhalifleri destekliyor olsa da bu yeterli bir sebep olamaz. Zira Suriye PKK’ya elaman sağlayarak zaten karşı hamlelerini yapıyor el altından. Esat için Türkiye’ye açık bir meydan okuma demek kendi sonunu hazırlamaktan başka bir şey değil. Kaldı ki  uluslararası kamuoyu tam da böyle bir şey bekliyor müdahale etmek için. Türkiye’nin de buna cevap vermeyeceğini öngörmekse imansız.

Diyelim ki bu oldu ve Suriye uçağımızı düşürdü. Neden müşterinin üzerine çay döken garson havasında arama faaliyetlerine katıldı? Yaptığı şeyin sonuna kadar arkasında durmadı da kısık sesle ve 8 saat sonra evet biz yaptık dedi?

Savaş çığırtkanlığı olsun diye söylemiyorum sadece meraktan soruyorum; Suriye savaş sebebi sayılacak bir eylem yaptıysa, biz hala niye diplomatik kanallar da diplomatik kanallar diye ısrar ediyoruz? Ne Suriye tarafında ne de bizim tarafımızda sava için olası tedbirler ve hazırlıklar yok?  (Sınıra asker sevkiyatı, meclisin toplanması vs.)

Şimdi gelelim olaydan 3 gün öncesine: Rusya, Çin, İran ve Suriye’nin ortak bir askeri tatbikat yapacaklarının taraflar tarafından resmen duyurulmuştu.

Rus resmi haber ajansı İnterfax ise geçen hafta iki Rus amfibi gemisinin Suriye'ye doğru yola çıktığını duyuracaktı okurlarına.

Küçük bir detay bilgi daha: Genelkurmay uçağımız kayıp derken Rus internet sitesleri uçağın düşürüldüğünü kesin bir şekilde biliyorlardı.

Rusya’nın Lazkiye yakınlarında bulunan Tartus Üssü’nde füze rampaları olduğunu biliyoruz ve uçağı düşüren füzenin de buradan ateşlendiğini artık sağır sultan bile biliyor.

Bu füzelerin yakın zamanda teslim edildiğini ve Suriyeli askeri mürettebatın henüz eğitimini bitirmediğini öngörmek o kadar da zor olmasa gerek.

Yani hala havada seyreden bir uçağı vuracak füzeyi ateşlemek için Ruslara ihtiyaçları vardı.

Not:Ben hala ülkücü kanadın, mesela Devlet Bahçeli’nin bu konuda neden net bir açıklama yapmadığını merak ediyorum…

Bakanlar Neden İstifa Edemiyor?

Suudi Arabistan'a silah fabrikası inşaatı kararıyla eleştirilere hedef olan İsveç Savunma Bakanı istifa ediyor.
İsveç batılı ülke, demokrasi orada gelişmiş diyebilirsiniz ama beğenmediğiniz Peru'da bile isyancılarla mücadelede yetersiz oldukları gerekçesiyle eleştirilen savunma ve içişleri bakanları istifa edebiliyor.
Litvanya sadece fikri anlaşmazlık yüzünden bir bakan istifa edebiliyor.
Pek de sevmediğiniz Yunanistan’da müze soyuluyor hırsızların içinde bakan yok, herhangi birini de tanımıyor ama bakan istifa ediyor.
Burun kıvırdığınız Sudan’da şeker fabrikasının açılışı geciktiği için Bakan istifa edebiliyor.
Almanya'nın Hessen eyaletinde bile iki bakan küçük bir problemde istifa ediyor.
Japanya gibi Uzakdoğu ülkelerindeki örnekleri hiç saymıyorum. Oralarda gerekirse harakiri bile yapıyorlar.
Bizde çok büyük krizlerde bile hükümetteki bakanlar koltuklarından vazgeçemiyor, istifa etmeyi düşünmüyor.
Neden?
Bizdeki bakan koltukları çok mu konforlu acaba? Mesela işte oturunca bi rehavet çöküyor da insanın üstüne kalkası mı gelmiyor. Tamam, koltuk da sende kalsın, alıp gidebilirsin dense istifa ederler mi?
Yoksa ekmek aslanın ağzında ve aslan da Afrika’da safaride olduğu için mi “Maaşlı sigortalı üstüne lojmanlı özel arabalı bi iş bulmuşum bırakır mıyım hacı, sekreter bile veriyorlar lan” durumu mevcut?
Gurur denen şey, milletvekili dokunulmazlığı kapsamında dokunulmaz kılındığı için mi görev alanı içinde yolunda gitmeyen şeyler olduğunda bu durum bakanların gururuna dokunmuyor acaba?
Hoş, biz Türkler aslında gururlu bir milletizdir, “Ne bakıyon lan?” diye atar yapıldığında bile gurur yapıp Allah ne verdiyse dalabiliriz. Öyle gururluyuz, gururluyuz da...
Ortada koca bir kriz oluyor, herkes şikayetçi herkes eleştiriyor ama bizde bakanlar -Aladağlar'dan serin- hiç üzerine alınmıyor, istifayı düşünmeyi bile düşünmüyor.
Yoksa, düşünüyor da yapamıyor mu?
Cezaevlerinde isyan çıkıyor 13 mahkûm ölüyor, yaralılar var, olay başka cezaevlerine sıçrıyor vs. ama bakan yerinde duruyor. Suç vantilatöre atılıyor ve konu kapanıyor.
Bir günde 8 şehit veriyoruz – daha fazla şehit verdiğimiz zamanlar da oldu elbet- sorumlu bakan hala koltuğunda.
Dünyaca insansız hava aracımız var ama 300 teröristi görememişiz, görmesi gereken kurumlar da insansız, istifa edemeyecek kadar vicdansız. Öyle mi acaba?
Evet Türkiye’de istifa kurumu tıkır tıkır işleseydi ülke bakan ve bürokrat istifalarından geçilmezdi o da ayrı bir şey tabi ama nazarlık olsun, ne bileyim 1 tane de olsun istifa olmaz mı 50 yıllık (yoksa daha az mıydı süre) demokrasi tarihimizde?
Demokrasi demişken, seçim sistemimizden bahsetmemek ayıp olur. Zira bu ülkedeki tüm kötülüklerin olmasa da bir kısmının anası bu sitem çünkü.Demokrasinin de içine eden, temsili demokrasiyi demokrasi temsiline, diktaya çeviren şeyin adı seçim sistemidir bu topraklarda. Bir bakan istifa edemiyorsa sebebi de seçim sistemidir.
Nasıl mı?
Öncelikle geniş seçim bölgesi ve lider sultası. Vekili vekil yapan, sonra da “Gel kardeşim bakan oldun, hadi hayırlı olsun.” diyen liderse, “ Hacı ben kaçtım, istifa ediyorum” diyebilir mi sevgili bakanımız. Durum bu kadar basit de değil aslında, mebus olabilmek için öncelikli şart biraz paraya kıymaktır.  Zira bu ülkede paran yoksa kimse sana oy vermez bu seçim sisteminde. Zira etkilemen gereken vatandaş değildir, parti üyeleri değildir, delegelerdir, yönetimdir, liderdir. Bu yüzden de biraz para saçman, reklam yapman, birilerini etkilemen gerekir basit anlatımla.  Yeterli paran yoksa o zaman seni sırtında taşıyacak gerektiğinde lideri bile etkileyecek bir sponsor ne bileyim parası olan bir destekçi bulman lazım. Yetenek boşa gitmesin amaç.
Sende bakan ışığı varsa bunları aramana gerek yok zaten, Amerika’da olsan bulup getirirler adamı. “Yok aga, ben böyle iyiyim de” diyemezsin, “Amaç vatana hizmetse her daim hazırım koşa koşa da gelirim” dersin, dedirtirler. İşte, seni mebus yapan sonra da o bakanlık koltuğuna oturtanları ezip geçebilir misin?  
Gurur yapıp istifa edebilir misin?
Bir kere daha düşün hafız. 
Söyle şimdi; yapabilir misin?

An Gelir Anlarsın


Sen, çiçeklerin en sahtesi, en hayırsızı.
Lal eder lisanı adındaki namert sızı.
Kalbimden parça parça söksem de seni
Kaldı hain köklerinin ayaz kesiği yaraları.
İzleri, kokuları, çıkmıyor ihanet parçaları.

“Sen en güzel bahar yağmurlarının”
Çamurlaşmış toprağı lekesi, kirisin
Silmişim, yıkanmışım, arınmışım senden
Lakin aklımdan çıkmaz kötü hatıraların.
Sen hangi ara bir tuz parçasına dadandın?

Aptal yaralı bir keklik olsa da yürek
Eski acılarına sarmaz yaralarını.
Sen hangi yaralı hevesin esirisin?
Parça parça olsa da dönmez geri
Atılan taşta bile vardır gururun izleri.

Sorular var zihinlerde taştan ağır yükü
Lakin kelimeler kayıp, cümleler sağır.
Arsız yüzlerde utanç maskesi tebessümüyle
Oturur, bahane doğrayan manasız sorular 
Geçmiş insanı öldürmez, sadece hırpalar.

Koşarak gittiğin kaçtığın geçmişindir.
Sen hangi geçmişin yorgun atısın
Mazinin harmanında gelecek ararsın.
Bir kız çocuğunun gözündeki leke
Sabah şarkılarının anlamsız nakaratısın.
Sen, çiçeklerin en sahtesi, hayırsızısın.

An gelir gerçek güneş gibi tepede
Yakar, karartır ruhunu, eritir, utandırır.
Yıkıp gittiğin hangi dulda kaldı arkanda
Senin çıplak yüzüne gölge olacak.
Ağlamak birkaç tuzlu damladan ibaret
Ve kocaman yalan, ya boğacak ya yakacak.

An gelir anlarsın, anlamadıklarına ağlarsın.

Ayasofya AKP'nin Yumuşak Karnıdır

“Din” konusu İktidar partisi için CHP’nin ağzına sürmekle tehdit ettiği biber, “keserim hee” dediği bahçeye kaçmış plastik top, olmadı Demokles’ ten ödünç aldığı kılıçtı. Başbakan her fırsatta bu kılıcı ana muhalefet partinsin başının üzerinde sallamaktan çekinmedi.  CHP ise ne yârin kara kaşından kara gözünden geçti ne de serden, ne geçmişiyle hesaplaşabildi ne de bu konuda kendisini sağlam temellerle savundu.
“Ayasofya ibadete açılsın” parantezi, işte tam da şimdi CHP ile AKP arasındaki din eksenli siyaset tartışmasının kırılma noktası olabilecek potansiyele sahip bir konu bu yüzden. 
Sinan Aygün’ün STV Haber canlı yayınında söylediği “Camiler üzerinden siyaset yapmak yanlış, Sayın Başbakan’a sesleniyorum samimiyse Ayasofya’yı ibadete açsın gidip eline öpeceğim” cümlesi ile konu tamamen farklı bir boyut kazandı. Hayır, Sinan Aygün başbakana yaşlı imasında bulunmadı, “ Ayasofya ibadete açılsın, başbakanın ardında namaz kılacağım”  derken de ‘ben sana imam Hatipli olamazsın demedim imam olamazsın dedim’ demeye de getirmedi sözü.  
“AKP Ayasofya’yı a-ça-maz” diyordu tam da.
Başbakan ‘CHP camileri kapattı’ derken de samimi değil, pragmatist siyaset yapıyor demeye getirmiyordu, doğrudan evet, pragmatist siyaset yapıyorlar diyordu.
Sinan Aygün’ü seversiniz ya da sevmezsiniz ama hakkını vermek gerekir ki -her ne kadar CHP adına konuşmadığını söylese de-  Ayasofya konusundaki sözleri son zamanlarda partide göremediğimiz “akıllı siyasetin ya da muhalefetin” ta kendisi diyebiliriz.
 Zira Ayasofya AKP’nin yumuşak karnıdır, üzerinde oturduğu daldır, aksayan ayağı, bir küçük taşın değmesini bekleyen aşık kemiğidir.
Dilerse büyük bir halk desteğiyle Ayasofya’yı ibadete açabilmeye muktedirdir iktidar.  Cami olmak ise Ayasofya’nın kaderidir. Ayasofya mutlaka bir gün cami olacaktır.
Amaaa…..
Ama işte ortada duran, at ölüsü kadar ağır, at gibi kokan, burunları sızlatan bir gerçek vardır.
İktidar, bunu yapabileceği hususunda hiç de olumlu bir imaja sahip değildir.
Zira iktidar her ne kadar muhafazakâr kimliği ile övünürse övünsün, kendine takdirnameler çerçeveletsin, başbakan Mevlana’dan, Yunus Emre’den yetmediği yerde Pir Sultan Abdal’dan sözler okusun şiir gibi, cumalarda bayramlarda camilerde pozlar verilsin endam endam boy boy;  konu icraata geldiğinde elle tutulur bir sonuç görmek mümkün değil.
Aksine menfi doneler var elimizde. Kapatılan kuran kursları, yıkılan, elektriği kesilen camiler ve yerine yapılan AVM gibi. . .
“Cami mi, kur’an kursusu mu? Ne bu irtica bilader?” deyip yıkmıyorlar da, siz kaçak yapısınız, sizin bina sağlam değil, sizin borcunuz var gibi daha teknik sebeplerle sessiz sedasız yapılıyor bunlar üstelik.
  
İşte bu yüzden Ayasofya iktidar partisi için tam bir sırat köprüsü, samimiyet testi, mihenk taşı. AKP açık açık bu dine hizmet edebilir mi sorusu hala zihin salıncağımızda sallanıp duruyor bu yüzden. Bu yüzden “Ayasofya ibadete açılır mı?” sorusu kuşku kadar belirsiz, ve umutsuz bir soru bu iktidarın zamanlarında.
Halep ordaysa orada kalsın, bırak Suriye iç meselesini, sen gel bak burada arşın, gezelim Ayasofya’yı kılalım namazımızı konulu kompozisyon ödevi sonrası işte hendek işte deve şarkısını Rahmetli Barış Manço’dan dinleyebiliriz. Seçim şarkısı olarak.  Yani CHP bilerek ya da bilmeyerek rüzgarın yönünü değiştirdi, sağ açıkta boşluğu yakaladı, hücuma o kanattan devam edebilir ya da AKP’nin aşık kemiğine taşı atabilir.

Ayasofya Neden İbadete Açılmıyor?


29 mayıs İstanbul’un Fethinin  yıl dönümü arifesinde başta Twitter olmak üzere sosyal medyada Ayasofya’nın müze statüsünün camiye çevrilmesi konusunda kampanya başlatıldı. Özellikle Twitter’da #AyasofyaCamiOlsun ve #ayasofyaibadeteaçılsın hastaglarıyla konu tartışmaya açılmış durumda.
Fakat ortada enteresan bir durum var TT listesinde girecek hatta üst sıraları zorlayacak bir katılım olmasına rağmen hastag listede görülemedi. Dahası resmi makamlardan ya da kişilerden –diyelim- bir açıklama olmadığı gibi, konu medyada da yer bulmadı. Sanki gizli bir el tüm gözleri kapadı.
Şimdi bir düşünün: Müslüman bir ülkede, muhafazakarlığıyla övünen bir iktidar tarafından yönetilen bir siyasi sistemde, Ayasofya gibi İstanbul’un kalbi, Fethin simgesi, Müslümanların onur ve gurur kaynağı ve dahası Fatih Sultan Mehmet Han’n  mirası bir camiinin tekrar ibadete açılması konusunda binlerce insanın katıldığı bir kampanya var ve yükselen bu ses duymazdan geliniyor, izole edilmeye çalışılıyor, engelleniyor.
Ayasofya’nın bu ülkede yaşayan Müslümanlar değil, tüm dünya Müslümanları için ne kadar önemli olduğunu, statüsünün devletin müzeye çevirmesi gibi bir keyfiyettin dışında olduğunu, dahası inanan insanlar için Fatihin lanetinin o hitabede hala yazılı olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum.

Balkan Paktı öncesi Yunanlılara kıyak çekmek, jest yapmak için müzeye çevrilen Ayasofya, nasıl bir gizli anlaşmanın eseridir ki hala ibadete açılmadı?
Ya da şöyle düşünelim, Ayasofya’nın ibadete açılması neden bu kadar zor?
Müslüman gençlik yetiştirmekle övünen bir iktidar o Müslüman gençlerin gidip namaz kılacağı bir camiyi neden açamıyor? Onları tutan nedir?
Ayasofya’da kıyama durmak her Müslüman’ın kalbine nakış nakış işlenmiş bir hayalken, iktidar nasıl bir Müslümanlık rüyasındadır ki uyanıp da bunu göremiyor.
Hani cesurdunuz, hani her şeyin üzerine giderdiniz, hani Allah’tan başka kimseden korkmazdınız.  . .  Hadi diyelim Fatih’in lanetinden korkmuyorsunuz da Allah’tan da mı korkmuyorsunuz? 

Medya’nın Sümeyye İle İmtihanı


Osmaniye'li Öğrenci Sümeyye Nur Satin’in YGS başarısı görülmeye değerdi
İçinde ilkleri barındırıyordu. Bazı düşünceleri yıkıyor, bazılarını ise tepe taklak ediyordu.
Türkiye’de ilk kez bir kız öğrenci tam puan alarak YGS Türkiye Birincisi olmuştu.
Bu Osmaniye için de bir ilkti.
Dahası ve asıl konu edilmesi, alkışlanması geren; başörtülü bir kız ilk defa böyle büyük bir başarıyı elde etmişti. (Evet, başörtülüler nihayetinde diğerlerlerinden farklı insanlar değil ama madem ki 28 Şubat sürecinde başörtülülere yapılan baskı yanlıştı, madem ki ötekileştirme savlarını yıkacağız, bu bulunmaz bir fırsat olmalı ve bu yüzden bu başarı daha fazla alkışlanmalıydı.)
Hani şu laik eğitim yaygaralarına antitez olacak kadar güçlü bir done vardı elimizde…
Başörtünün sadece saçı kapattığını, beynin o örtünün altında da tıkır tıkır işleyebildiğinin kanıtı.
Ya da daha basit bir anlatımla başarının yolu giydiğin kıyafetten, örttüğün ya da örtmediğin saçından geçmediğinin.
Cumhuriyetin o laik eğitim anlayışını bile tepetaklak edecek ya da şu Kuran-ı Kerim dersinde başını kapatsa sonra da açsa mı yoksa başı açık mı derse girse tartışmasını bile manasız bir tartışmaya çeviriverecek başarı örneği.
"Başörtüsü serbest olsa bile başörtülüler bizim üniversitelerimizi kazanamaz" ya da "Türbanlılar o puanı alamazlar." diyen rektörleri yalancı çıkaran bir başarı.
İkna odalarına içeriden kilit vurduracak bir haber.
Ve tüm önyargıları yıkan, yerle bir eden saf bir duruş.
Şimdi -burada küçük bir parantez açıp soralım- denebilir mi ki, üniversitelerde başörtüsü siyasi bir simgedir. Denemez, zira hiçbir siyasi çaba bir insana bu kadar başarı yükleyemez. Bkz. partilerin gençlik kolları.
Kaldı ki bu yaştaki bir kızın zihni henüz siyasi fikirlerle tanışmayacak kadar temiz.
O halde bu başarı da o kadar temiz ve güzel bir başarı.
Geçmiş yıllarda gazetelerde boy boy haberleri geçilen, ana haber bültenlerine çıkarılan, röportajlar yapılan diğer şampiyonlardan farkı neydi peki Sümeyye’nin?

Aslında yoktu bir farkı, o da iki göze iki kulağa bir burna sahip bir insandı, mesela işte elleri vardı, soruları da o elinde tuttuğu kalemle çözmüştü haliyle, ayakları vardı diğerleri gibi. Bildiğiniz yürüyebiliyordu. Mesela hayalleri de vardı, doktor olmak istiyordu. Tıpkı diğerleri gibi onunla guru duyan ve işte kızının YGS birincisi olduğuna dair haberlerin olduğu gazete kupürlerini ömür boyu saklayacak anne ve babası vardı.
Ama o gazete kupürleri bu defa eski YGS birincilerinin haberleri kadar büyük değildi. Her şeyi görebilen medya bu başarıyı görmemişti, ya da küçük puntolarda görmüştü.
Medya bu konuda attı. At gözlüğü takmıştı ve sırtındaki 28 Şubat’ın yükünü hala atamamıştı.

Aslında Sümeyye Nur Satin’in YGS başarısı  son günlerdeki 28 şubat soruşturmasının boyutları için fikir verebilecek muntazam bir ayna.
Medya da bu sorgulama sürecine dahil olmalı diyenleri haklı çıkaracak kadar önemli bir haberdi aslında.
Zira medya 28 sürecini askerin baskısıyla mı desteklemişti yoksa onlarda sürecin gönüllü destekçileri miydi?
Hangi gazete ve televizyonun bu süreçte zorunlu hangisini gönüllü haber yaptığını anlamak istiyorsanız o zaman bugün o gazete ve televizyonların Sümeyye Nur Satin’in YGS başarısını nasıl gördüğüne bakmanız kafi.

Orgeneral Yoksa, Kargo da Yok



Bu memlekette işini tam yapmayan kaç sektör var derseniz; tatmin edecek kadar uzun bir liste çıkabilir. Ama işini mutlaka “tam yapması” gereken kaç sektör var derseniz bu listenin top onuna kargo şirketlerini koymak yanlış olmaz sanırım.
Zira onlara değerli şeylerimizi emanet ediyoruz. Ve tabi bunu yaparken değerli zamanımızı da ... Beklediğimiz şeyin beklediğimiz zamanda gelmesi bizi mutlu ediyor. Sonra, daha sonra, bir gün sonra gelmesi değil… Kargo tam da bu yüzden var.
Sloganlaması “Söz verdiğimiz gibi” ama -muhtemelen tek ayaklarını kaldırıp söz veriyor olmalılar ki-  kargom üç saatlik yoldan üç günde geliyor.
Yurtiçi Kargo’dan bahsediyorum.
Cumartesi Denizli’den verilen kargom pazartesi saat 11 olmasına rağmen gelmeyince kıllanıyorum. Zira bundan üç yıl önce de aynı kargo firmasıyla bir kargo sorunu yaşamıştım ve üstelik de beklemekten nefret ediyordum. Marmaris merkez şubeyi arayıp kargomun akıbetini sormak istiyorum “Bizde böyle bir kargo yok” diyorlar. Olmalı, bi daha bakın , diye ısrar ediyorum. Kargonuz Armutalan şubesinde diye çek ediyorlar.
Armutalan şubeyi arayıp: “Afedersiniz ama kargom geç kalmadı mı acaba” diye sorma niyetindeydim ki “Yurtiçi Kargo’dan kargoyu almak ya da almamak” isimli tiyatro oyununun içinde buluyorum kendimi.

Durum şuymuş; benim kargom yanlışlıkla Armutalan Şubesine gitmiş, onlar da bu durumda merkez şubeye borçlandırma yapacaklarmış. (Borçlandırma: günün tüm kargolarını dağıttıktan sonra yanlış gelen kargoyu asıl şubeye ulaştırmak için dağıtım merkezine götürmek) Bu da onların anlatımıyla şu demek, kargom akşam dört gibi merkez şubeye ulaşacak, merkez şubeden de bana. Yani, ölme eşeğim kargo gelsin, dünya gözüyle gör öyle ölürsün. Benim değil akşamı dakikaları kaybetmeye zamanım var mı, hayır yok. Marmaris’teysem de tatil yapmak için burada değilim haliyle ki gideyim bi denize gireyim biraz güneşleneyim, esneyeyim, içkimden bir iki yudum alayım, o arada da kargom gelir herhalde durumu da mevcut değil.
Dahası kargo geciktikçe işlerim aksamakta. (Maddi bir kayıp da var elbet ki bu daha da can sıkıcı.)
Tekrar Marmaris merkez şubeyi arıyorum. Onların cevabı benim tahammül sınırlarımı aşacak kadar vurdumduymaz. Yarın teslim edebiliriz ancak diyorlar.
Dönüp Armutalan şubeyi arıyorum, yok mu bir çaresi doktor, diyorum. Var diyorlar, çok önemliyse gelip siz alabilirsiniz.
Evet, doğru ben tatildeyim, işim gücüm yok, kalkıp kargoyu alıversem ne olur sanki? Tamam, kapıda teslim parası verdimse verdim ne olacak ki, kargo sektörüne küçük bir bağış sayalım.  Hayır delimiyim neyim 3 saat ötedeki bir şeyi pek ala kendim de gidip alabilirdim, bunun için kargoyu yormanın âlemi var mı?
Anlıyorum ki sorumu Marmaris sınırları içinde çözemeyeceğim. Güney ege bölge müdürlüğünü arıyorum. Bir bayan çıkıyor. “yardımcı olmamı istediğiniz konu nedir” diye gayet nazikçe konuya müdahil oluyor. Durumu anlatıp kargo numaramı veriyorum. “Hımmm” diyor, “borçlandırma yapılmış, Merkez şubeye gönderecekler onlar da size bugün telim ederler.
Bugün teslim edemeyeceklerini söylediler, ki bana bugün değil bir an önce ulaşması lazım kargomun diyorum. Ama beyefendi, yanlış gitmiş, napabiliriz, arayayım bugün gelir kargonuz, diyor prezantabl duruşundan ödün vermeyerek. Size “napabiliriz” demeniz için mi o maaşı ödüyorlar diyecek oluyorum, demiyorum. Zira bu “bayan” hanfendiyle kaybedecek zamanım yok. Siz arayın ben de n’apabileceğinize bir bakayım deyip İstanbul merkezi arıyorum. Saat 11:30. Müşteri hizmetlerini arıyorum, biz size döneceğiz deyip numaramı alıyorlar. Saat 12:00 İstanbul merkezi tekrar arıyorum. Ama bu defa işimi sağlama almak için direk holdingi. “Bu telefonu size kim verdi” diyorlar önce. İnternet sitenizde mevcut, demiyorum “Sorunumu daha aşağılarda –ki buna, arayacağını söyleyip, yarım saattir aramayan müşteri hizmetleriniz de dahil- çözebilecek birini bulmadığım için sizi rahatsız ettim” diyorum. Güney Ege bölge müdürlüğü de mi, diyor, evet, diyorum. Bakalım ne yapabiliriz deyip bu defa direk bölge müdürünü bağlıyor.
Sonra ne mi oluyor? 20 dakika geçmeden kargom teslim ediliyor.
Bu sorunu 2 saat gecikmeyle de olsa G. Ege bölge Müdürü’nün şahsi çabalarıyla çözüyorum.

Ve bugün yani 3 gün sonra ne oluyor dersiniz?
Bugün Yurtiçi Kargo’dan almam gereken kargo yine yanlış şubeye gidiyor.
Bu defa Güney Ege’deki o hanfendi “Efem sorun Denizlinin sorumluluğunda olan Akdeniz Bölgesinin sorunu, kargoyu yanlış adrese yolluyorlar”.  Akdeniz Bölge Müdürlüğü; “Olur mu efem, adres doğru” G. Ege: “Adres yanlış, Mustafa Muğlalı Caddesi tamam ama başında Orgenarel olacak.
Derin devlet sorununa doğru gidiyor sanki mesele. Neymiş, hem Marmaris’te hem de Armutalan Beldesi’nde Mustafa Muğlalı Caddesi varmış. Ama Marmaristeki Orgenaral Mustafa Muğlalı imiş. Yani ben adresi yanlış veriyormuşum. Başına Org. koymam gerekiyormuş.
Gerekçeye gel. Bir defa Armutlan başlı başına bir belde. Oraya kargo isteyecek olsam mutlaka Armutalan / Marmaris diye yazarım.  Sadece Marmaris yazıyorsam, Marmaris içinde bir yerdir. Armutalan, İçmeler, Beldibi ya da Datça değildir. Ki bunu en iyi bilmesi gereken kargoculardır.
Sonuç olarak ben bugün de kargomu zamanında alamadım. Ve bu defa mesai sonuna doğru aldım kargoyu. Kaybettiğim zaman ve zararımı karşılayacak bir muhatabım bile yok.
Ha bu arda acil sorun kaydı geçen müşteri hizmetleri hala aramadı. Nasipse atı alan Üsküdar’ı geçince telefonumu çaldıracaklardır.
Belki yarın belki yarında da uzak.

Otobüs Yoculuğu Sendromu. Volume 1


Fark ettiğimde artık çok geçti. Marmaris Denizli arasındaki üç buçuk saatlik yolu Pamukkale Turizmin o  küçük ve aslında servis otobüsü olarak kullanılan otobüslerinde geçirecektim. Üstelik cam kenarı değil de koridorda.  “Otobüs yolculuğu sendromum” hortluyordu ve benim bunu önlemem için yapacak hiçbir şeyim yoktu: bileti almıştım bir kere.

Eğer 2 saatten fazla yolculuk yapacaksanız bu ucube taşıta asla binmeyin, onun yerine bir traktör römorkunda seyahat edin daha az sallanırsınız.  Midemle akciğerimin yer değiştirdiğini ve böbreklerimin de o arada kendine kaçacak delik aradığı bu yolculukta,  camdan etrafa bakıp bu talihsizliğimi unutturabilecek bir şansım bile yoktu. Koridor tarafında oturmanın en çekilmez yanı gelip geçenin size değmesidir. Bu konuda muavinin olağanüstü gayretlerini taktir etmeden geçemeyeceğim.
Sanki büyük otobüsteymiş gibi servise çıktı. Önce “ne içersiniz” faslı, -hayır Starbucks’tayız da dark espresso isteme seçeneğim mevcut sanki, kıytırık bir sallama çay, üçü bir arada, en ucuzundan meyve suyun var, ki markasını da görüyorum. -  Bütün bu içecekleri birer kez dolandırıyor otobüste. Sonra çöpleri toplama faslı, arada bir kaptana özel servis derken, sol omzumla sol bacağım ha bire diz ve kol darbelerine maruz kalıyor.
Bu arda “neden bu kadar popüler bu hanım kızımız” diye Pucca’nın ilk kitabını da okumak için yanıma almıştım.  Allahtan kitap dikkat gerektirecek kadar mühim bir eser değil. Hatta bu günlükler için “Eser” kelimesi bile şaheser mesabesinde bir tanımlama olurdu. Sıradan, fazlasıyla vıcık vıcık, zeka yoksunu şirinlikler de mizah olarak size yutturulmaya çalışılmış.  Peki onu bu kadar popüler yapan ne derseniz; İflah olmaz merakımız ve bir hanım kızdan beklenemeyecek kadar arsızlaşmış bir dil ve anlatım. Evet, hakkını vermek gerekirse arada ilişkilere dair çok sağlam tespitleri var ama sorun şu ki bu kadar ahlaksızca bir ilişki yaşayacaksanız karşınızdaki kişiyi bu kadar önemsemenin de bir anlamı yok. Boş şeyler.

Denizli'nin Kale ilçesinde mola veriyoruz.  Ben şu yol bir an önce bitse de kurtulsam diye düşünürken kaptan bize acımış olmalı ki petrol istasyonundan bozma bir tesiste durdu. İçinde çiklet ve bisküviden başka bişey olmayan bir büfe, birkaç parça hediyeliğin olduğu tezgahlar (isim tireni, kolye, bileklik ve şaşı bakan koyun heykelcikleri –kabul ediyorum koyunlar öyle şaşı şaşı çok sempatikti-) ve kamyoncu lokantasını andıran bir restaurant.  
Tesisin tek güzel tarafı hala 50 kuruşa çay veriyor olmaları, üstelik wc için de para ödemiyorsunuz. Buranın sahipleri ya çok az kazanıyor ya da yolcuyu yolmayı bilmeyecek kadar naif insanlar. Yoksa daya karbonatlı çayı ardından wc ye zor düşsün arkadaş, bi de ondan para al.  
Çayımı içip bu naiflikleri kutlayarak otobüse doğru yol alıyorum. Ama o da ne; otobüs yok. Acaba anons yapıldı da ben mi duymadım. Yok canım, geldiğimizde anons olmadı ki mola bittiğinde olsun. Hem ne diyecekler; “Marmaris – Denizli seferini yapan pardon sefer dedimse lafın gelişi- yollarda eziyet çeken Pamukkale Turizmin sayılı yolcuları;  mola süreniz dolmuştur maalesef. Eziyet çekmek üzere otobüsteki yerlerinizi almanız rica olunur. Kalmak isterseniz de size hak verir bi sonraki Denizli otobüsüne kadar memnuniyetle misafir ederiz. Yolkenarı Dinlenme Tesisleri tez zamanda hayırlısıyla, kazasız belasız varmanızı temenni eder” mi?
Önce paniklesem mi acaba diye düşünüyorum, sonra bakıyorum etrafa tesisteki bazı yolcular bizim otobüsten ve benim aksime onlarda telaş eder bir hal de yok. Sakin sakin geziniyorlar.  Ben de durumu çaktırmadan otobüsü arıyorum. Tahmin edemediğim gibi tesisin araksına çekmiş otobüsü yıkıyorlar. Tabi bu arda bizim mola süresi 20 dakikadan yarım saate doğru hızla ilerliyor.

Denizliye ulaştığımızda 3 saatlik yol mola ve terminal beklemeleriyle 4 saati bulmuştu. Kendimi bir taksinin konforlu koltuğuna atıyorum. Huzur 10 dakikalık mesafede ve adına da otel diyorlar. 

Antakya Hatırası: Kalp Krizi, Halk Otobüsleri ve Asi'de Ölü Bir Koyun


Antakya’ya ne zaman gelsem mutlaka benim için “ilginç” ama Antakyalı için sıradan manzaralarla karşılaşmam pek ala mümkün olabiliyor. Mesela ben Hatay’a gelmeden önce Suriye’deki çatışmaların Antakya’da fena halde etkisinin olacağına kendimi inandırmış ve bu yüzden de biraz tereddütlü gelmiştim. Ama Türkiye’nin herhangi bir şehrinde duruma nasıl endişeyle, merakla, tedirginlikle bakılıyorsa burada o kadar normal karşılanıyor. Hatta ‘yuh yani’ denebilecek bir ilgisizlik, vurdumduymazlık, ‘aman sendecilik’ bile var, yer yer. Bir tek künefe fiyatları yükselmiş sanki. Bu yüzden de artık bütçemi etkilemesin diye künefelerimi sade yemeye özen gösteriyorum.

Antakya halkının mülayimliği, kaderciliği ya da adı her neyse şehre bi sakinlik bi dinginlik katıyor.  
Mesela, sokakta bi amca kalp krizi geçirmiş birkaç komşu dışında merak eden yok.
Durum o kadar normal ki insanlar bu olayı kanıksamanın ötesine geçmiş.
–Aşağıda anlatacağım olayların gerçek kişi ve kurumlarla birebir ilgisi vardır.-

Ambulansın tüm ekibi amcayı hayata döndürmek için çabalarken (Kalp masajı suni teneffüs vs.) ve amca dönemem dercesine direttikçe ekip daha bi hırsla –diyelim- amcayı hayata döndürmek için çırpınıyor.
Artık nasıl bi koşturmayla gelmişse ambulans, yolu ikiye böler gibi durmuş, bildiğiniz yarıya kadar kapatmış.

İşte o ana bir şey oluyor. Bir halk otobüsü geçmek istiyor ama otobüsün geçebileceği kadar bir boşluk yok. Ya geri gelip diğer sokaktan geçecek ya da bekleyecek.
Ama otobüs şoförü bunları yapmıyor. Onun başka planları var.  Otobüsten iniyor, polis çemberini –rahatlıkla ve bizim şaşkın bakışlarımız arasında- geçip hastanın başına kadar gidiyor. Ve amcayı hayata döndürmeye çalışan ekibe “Hocam ambulansı biraz kenara çeker misiniz” diyor. “Amca zaten yaşamış yaşayacağı kadar, kaderinde varsa ölür, sen yolu aç da biz sıramıza yetişelim bari” der gibi. . .
Şimdi merak etmişsinizdir, ekip amcayı bırakıp otobüs şoförünün hayati önemdeki(!) derdine çare oldu mu diye? Tabi ki bunu yapmadılar. Az önce çemberi geçmesine müsaade eden polis, şoförün koluna girip çemberin dışına çıkarıyor.


Söz Halk otobüslerinden açılmışken konu bu kadar kısa bir enstantaneyle geçiştirilemeyecek kadar mühim. Zira asi nehrinin batı yakasında toplu taşıma Halk otobüslerinin tekelinde. (Tabii 10 liranız varsa taksi de sizi şehrin istediğiniz yerine bırakabiliyor.)
Halk otobüslerinde yolculuk yapmak ise tam bir kâbus. Öncelikle gideceğiniz yere zamanında varamıyorsunuz, otobüs her durakta azami birkaç dakika bekleme hürriyetine sahip, canı isterse bu 5 dakikaya kadar çıkabiliyor.
Eğer bu sizin canınızı sıkmaya yetmiyorsa durak gözetmeksizin yolcuyu bulduğu yerde alma ya da canı istediği yerde bırakma gibi bir alternatif de mevcut.
20 dakikada varacağınız bir yere sizi 35 dakikada ulaştırma konforuna sahip halk otobüsleri best seller bir romanı bir haftada bitirebileceğiniz mükemmel bir yürüyen cafe. Tabi bozuk yollarda hoplaya zıplaya giderek kitap okuma zevkine sahipseniz.

Ben hala 15 gündür kaç numara hangi güzergahı kullanır çözememiş durumdayım.
Sebebi batı yakasında Köprü ile Primall Alışveriş Merkezi ya da Otogar arasında her sokaktan ayrı bir aracın geçmesi, bazen bu güzergahların sık sık çakışması ve her halükarda dolana dolana son durağa kadar varmanız. (15 günün sonunda pes edip kendimi okuduğum kitaba gömmeye karar verdim.)

Halk otobüslerinde yeterince çile dolduramadım derseniz mesai saati bitişini bekleyin. Ayakta yolcu kapasitesinin nasıl bir çırpıda aşıldığına, balık istifi gibi otobüse dizilmenize şahit olabilirsiniz. O kadar ki vitrin mankenlerini bile koysan o kalabalığa canlanıp isyan edebilirler. Ama işte mülayim Antakya halkı bu durumu birkaç oflayıp puflama dışında kabullenmiş görünüyor.   Öyle ki yemeğini otobüste yiyen de var, çocuğunun altını değiştiren de. Yine de internette yaptığım araştırmalarda konudan şikayetçi olan birkaç Antakyalı var. Halk otobüslerinin bu pervasızca dokunulmazlığını tek kooperatifle yapılan –rekabetsiz- taşımacılığa bağlıyorlar. Alternatifi olmadığı için bu kadar rahat davranabildiğini düşünüyorlar ki o tarafı bu yazının sınırlarını aşar.

Antakya güzel olduğu kadar ilginç de bir şehir. Bu sabah asi nehrinde 20 dakikakaya yakın yüzen ve gözden kaybolan koyun cesedinin benden başka kimsenin ilgisini çekmemiş olması bile nereden bakarsanız bakın bu şehrin kendine has durumuyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Koyun cesedi gördüm diye anlattığım bir Antakyalı dostumun cevabı ise durumu özetliyordu: “O ne ki ben birkaç tane insan cesedi bile gördüm, ölmüş sonuçta n’apalım.”
N’apsak ki ben de bilemedim bak şimdi…