İçinden Zaman Geçmeyen Bir Zamanda

İçinden zaman geçmeyen bir zamanda
İçinden hüzün geçmeyen yüzüne
Bakıyorum. . .

Başımı koymuş dizine
Gamzelerinde yüzüyorum.
Ruhuma ninni okuyor ellerin.

Ellerin saçlarımda
Dalıyorum rüyaya

---
İçinden zaman geçmeyen bir zamanda
İçinde kelimeler hapsolmuş yüzüne
Bakıyorum. . .

Başımı koyup omzuna
Ağlıyorum
-ağlıyor muyum, yok canım!-
Bir cevabın yok biliyorum
Yanağımda dudağının izleri

Ardından bakıyorum.
Mazi, film şeridi

----
İçinden zaman geçmeyen bir zamanda
İçinde kelebekler uçuşan ellerini
Tutuyorum

Bir ağacın altında
Bir battaniye gibi sararken gece
Yıldızlara isim arıyoruz.

İçinden zaman geçmeyen bir zamanda
Biz acılara bahane topluyoruz

Süresiz.

Tenhada bekler haydudun hası hasmını
Ne kadar nazik olsa da belli eder … kısmını

---

Ölü yıkayıcıların parantezlerine hapsolmuş
Ölü taklidi yapar kediden bozma kasaplar
Biz biliriz hangi gözde masum kanı donmuş
Siz, kafanız kumda, o dışarıda, saf tutun saflar

Siz küçük hemzeyi izhara koşarken
Biz vakfı mutlakta karar kılmıştık.
Dağılırken göçmen kuşlar tellerden
İbibiği gözünden vurmayı da bilirdik.

Fareli köyün zurnacısının peşinde
Kaç kedi heba oldu biz biliriz.
Sizin göğsünüzde taşıdığınız resmi
Ölü tavus kuşu kanadıyla çizen biziz.

İki delinin bir günde kazdığı kuyuya
Üç yarım akıllı aletsiz dalar.
Dört başı mamur yalanlar cennetinde
Beşi bir yerde doğruya kim bakar.

İadeli taahhütlü iltifatlar merasında
Birinin boz eşeğine kancık dedik.
Anlatamadık dokuz çobana derdimizi
Körlerin sağırlara sempatisini ne bilirdik.

Güvendiğimiz son dal koptu dibinden
Nereye dönsem bütün başlar bedensiz.
Sahte bahaneler devşirildi sahibinden
Bu izin zamansız, anlamsız ve süresiz.

!S!L!

Şuursuz vedalar kervanında..


Bu düşünce mevsiminin saçaklarına
Henüz nisan yağmurları yağmamışken
Zihinlerin açık denizlerindeki ihtimal rüyası
Şuursuz fırtınalar kabusuna dönmemişken

Ve dolunay gelmemişken güneşin önüne
Döküldü namın tenimin kızıl yüzüne
Sevebiliyorken, bakabiliyorken,
Gözümü kırpmadan, saatlerce gözüne

Eridi gamzelerinin şebneminde seherim
Namerde çalan sözün son ezberim.
Ölmedim, yenilmedim, eğreti kararına
Nezaret kılıklı odalarda geçti nekahetim.

Sabrımın sonu selamete ermedi sabahında
Şom ağızlı sualler dolaşır yanı başımda
Şişkin gözlerinin ağıt molasında vedam
Giderim sensizliğin kör bozgununda

Gamzelerini de Yanına Al

Uzun olacaktı gece…
Bir demlik çay kadar siyah ve bir paket sigara kadar yalan aynı zamanda.
Gece soğuk geçecek diyor meteoroloji.
Onlar geceden ne anlar. Gece yüreğimi yakıp geçecek.
Yalnızlığın şarkısı uzaktan usul usul duyulurken hüznü de önüne katıp gelir çaresizlik kılıklı pişmanlıklar. Birisi çaya döker içini diğeri sigaraya sarar bedenini.
“Ben de unuturum” u söyler radyo. Ben unutamam.
Unutmak nasıl bişeydir gözlerini, ruhumun sözlüklerine bakarım bulamam anlamını. Gidişin de anlamsızdı zaten deyip vazgeçerim anlam arama ritüellerinden.
Zira sorular geceleri yalnız dolaşmazlar.
“Herkes uykudayken ben neden patlak gözlerle bir çay bardağına bakıyorum” olur sol yanım. “Sebepsiz gidişlerin de bir sebebi olmalı, sebep ben değilsem ne” gelir çöker bir köşeye. “Gittiğinde kalbim ağrıyordu şimdi neden ciğerlerim ağrıyor, verem bir sevda hastalığımıdır” kendini tanıtır girerken kapıdan.
Teker teker gelir sorular birden çullanırlar üstüme. Gamzelerine saklanırım. Gülüşün aklıma gelir dağılır sorular. Bir fotoğraf yollamışsın bana, gamzelerin yok orda. Ben nereye sığınırım artık. Kaç yalan bir gamze eder ruhsuzluğunun azabında. Sensiz iyiydik biz. Sensiz gamzelerin vardı. Şimdi dönmek neden. Sorsam bir sebebin yoktur yüreğime teslim mantığımın pek bi hassas kantarında.
Gidişini kabullenmişken ve alışmışken ve inanmışken varolmadığın yalanına, içinden sen olan kaç gerçek değiştirir?
Beni kendi halime bırak. Öldün de mezarına çiçek mi koydum, ardından ağladım mı, karalar mı gidim, gitmek istediğinde sorduğum soruların cevabını bile alamamışken geldiğinde sorgusuz sualsiz kabullenirim mi sanırsın? Mülteci kampına benzer bir hali mi var bu yüreğin?
Her şey bıraktığın yerde değil. Kaç fil suratlı sualler dolaştı gittiğinden beri zücaciye dükkanımda bilir misin?
Can parçalarımı toparlamaya benim mecalim yok. Senin ise ellerini keser bu yürek.
Sen dokunma bana. Bırak böyle kalayım.
Sen de öyle kal.
Gamzelerini de yanına al.

Bir Kaç Yamalı Cümle

Yamalı bir cümle dudağında
Yar özlemlerini küle sarmış
Kulağı çınlasın namert sancıların
Geçmişin kucağında yarına sarılmış.

Yeni kaldırım taşları dizilmiş
Hatıraların çukurları üstüne
Ne olmuşta sürmeleri ıslak
Sorsam bahanesi yok yüreğinde

Birkaç kelime, birkaç soluk
Asmadığım yüzlerim sorar hesabı
Var git, yolun açık olsun
Bu yüreğin de var, sabrının miadı.

Dağılmalar...

Nem.

Ağladığını yaka cebine koyduğu mendili bilir bir de burnunu çekiştirmesine rağmen kullanmadığı nezle ilaçları bilirdi.
Hıçkırma isteğini yağmurlara tutunarak atlatır. Sorana da “Bu havalar mahvetti beni” derdi.

Gam

Düşünmek ne kadar da eziyet verici bir işmiş. Kederler yumağından bir kazak bir de kaşkol örme fikri, zihninin muzip tarafının sana sunduğu bir hediye değilse, yakında yuttuğu hapların etiketinde “çöküş” yazacağını biliyor olman da bir şey şu zamanda. En azından mantığın kalbine “eyvallah” demiyor.

Kök

Bir kazma ve belki bir balta gerek. Giden kazmalığından gitmiştir düşüncesinin kaldıracında söküp atabilir mi unutmak istediklerini kalbinden ve zihninden. Zor olacak ama bu kış bu kadar kederle geçmez. Yakmak gerek hatıraları ve pişmanlığın alevinde ısınmak lazım bir süre. Sorun da süre. Bahar geldiğinde elbet sobaya ihtiyaç kalmayacak. Yakacak bir şey de. Kalmayacak.

Eğer

Gözlerini o yükseklerden alıp
Bir baksan
Tam karşında

Beni bulacaksın.

Ama eğer
Bu hayat yolunda
Böyle devam edersen
Karşına çıkan ilk çukurunda

Kendini bulacaksın

Sonra
Başını taşlara vuracak
Saçlarını yolacaksın
Ne eski yerinde "sen"i
Ne karşında o gün

Beni bulacaksın


Ancak
Sen benimle mutlu
Hayattan umutlu olacaksın
İşte o zaman birtanem
İşte o zaman sen

Kendini Bulacaksın

Görücü

Bayramdan sonra birkaç hafta memlekette kalır, kafamı dinlerim diye düşünüyordum. 19 tane yeğene sahipseniz bunu rüyanızda bile görmüyorsunuz.
Zira bayramdaki yeğen istilasında uyumak dahi mümkün değil.
Benim aksime annemin torun sevdası hala nasıl tavan yapar ve asla bitmez ve de tükenmez anlamış değilim.
Zira bayram için memlekete geldiğimden beri ortalıkta dolaşan bir gelin adayı var ve ben bu muhabbetten her geçen gün biraz daha sıkılmaya başlıyorum.
Uzaktan dıdının dıdısı bir akrabanın kız varmış da çok hamarat, çok akıllı, şöyle iş yapıyor, böyle kahve sunuyor muhabbetleri evde sıklaşınca baktım olmuyor, “e görelim bari” dedim.

Hadisenin bana kız bulmaktan ziyade yaşlılıkta, tek düze giden hayatlarına hareket getirmekten ibaret bir olduğunu düşünüyordum. Fena halde yanıldığımı anlamam için gorucuusulü.com’a üye olmam gerekiyormuş.
Aslında kızı merak ediyorum ama ufak ufak da kıllanıyorum. Çünkü kızın hamaratlığı -annemin tabiriyle- “cin gibiliği”, saygısı falan anlatıla anlatıla bitirilemiyor ama bir türlü güzellik vurgusuna gelinmiyor, bölgenin pardon gelinliğin –dilleri şimdiden gelinlik sıfatına alıştırıyorlardı- fiziki özellikleri hep ess geçiliyordu.
Bu muhabbetin en enteresan notu ise; gelin adayının ismi. Bu kadar methedilen yere göğe XXL gelen gelin adayının ismini bir türlü hatırlayamıyor annem.
“Pes yani”, diyorum anneme, “Nasıl unutuyorsun bu kadar önemli bir detayı?”
Annem sözlerimdeki kinayeyi sezse de işi saflığa vuruyor.
Ve Cuma günü geliyor, yengem babam annem ve ben “kız görmeye” gitmeye hazırız.
“Ben gelmesem” diyorum. “Siz bir bahaneyle kapıya çıkarın, beğenirsem ilerleyen dakikalarda size katılırım”.
Görücü meclisi bu teklifimi şiddetle ayıplıyorlar.
Bir şey alıp almayacağımızı soruyorum, tatlı, pasta gibi. Madem bişey yapıyoruz usulüne uygun olsun. Adettenmiş, kıvrım tatlı alıyorum.
Kızın babası ve yengesi karşılıyor bizi. Kız ortada yok.
Bayramın beşinci günü olduğu için kolonya ve şekeri ikram ediliyor kızın yengesi tarafından. Kız hala ortada yok.
Annem suyu da yengesinden istiyor. Ama durun, annem yengeye bi soru soruyor. İsmini. “Hep unutuyordum neydi senin adın” diyor.
Çilink (jeton düşme sesi)
Benim yenge sandığım kızın ta kendisi.
Kendimle mukayese etmem gerekirse iki katımdan biraz fazla diyebilirim.
Şaşkın şaşkın anneme bakıyorum. Annem bana bakmıyor. O kafasında başka şeyler kuruyor anlaşılan.
Gelmeden önce kızı beğenirsem gözlüğümü çıkarıp sileceğime dair sözleşmiştik. Şifre buydu.
Ben elimi gözüme bile götürmekten korkuyorum.
Yengeme ııh işareti yapıyorum. Panik, kaçmalıyım. Zira annem bana bakmıyor. O benim beğenmeme ihtimalini aklından geçirmiyor bile.
Yengemi çağırıyor yanına kızla konuş diye. Ben yerimde patırdıyorum ama bana bakan yok.
Kızın hadiseden haberi oluyor. Engel olamıyorum.
Kahve geliyor. “Allahım bir kurtuluş yolu”
Telefonum çalıyor. Büyük yeğenler arıyor “nerdesin” diye. Dur sizi alayım deyip evden kendimi dışarıya atıyorum…

!S!L!

Kırıntı

Garip bir ıstırap seninki ey yalnızlık sarrafı
Kısık ateşte pişmez bu sevda çorbası

Kırıntı umutlar sokağında aradığın hayırsız bir kalp

Bu şehrin rengi ne zaman maviye döndü
Gri ağıtlar buhranının çaresizlik nöbetlerinde
Nerede ve hangi selvi boylu sevdiği için öldü

Şifonyer

Sabah abimin Garfield esprisinden anlamalıydım (Kediler camın önünde takılıyor bu sabah) kahvaltı mönüsünde ciğer de olduğunu.
Henüz yeni kalkmış bünyelerde idrak kanalları tıkalı olabiliyor. Ya da nezle olduğumdan evdeki ciğer kokusunu alamamış da olabilirim.

Her iki ihtimalde de ciğer sevmediğim için, her sabah kahvaltı sofrasına gelen ama kızartma gibi daha cazip seçenekler karşısında bir gıdım bile tadılmadan -bir sonraki kahvaltıda yenebilme ümidiyle- tekrar dolaptaki muhkem köşelerine çekilen zeytin çikolata gibi tali yiyeceklerle idare etmek zorundaydım.

Bu yüzden kahvaltımı herkesten erken bitirip, çayımla birlikte balkonda sabah güneşinin keyfini sürmeye hazırlanıyordum ki içerdeki hararetli tartışma güneş ışıklarından daha çekici geldi. Zira annemle babamın klasik düellolarından biriydi ve bizim evde reytingi bi hayli yüksektir.

“Gündem ne” diye işaret ettim yengeme ama yengem duvar. Anlaşılan benim kaçırdığım anlarda hararet yükselmiş ve karı-koca dışında ağzını açanın kabahat sahibi olacağı sürece girilmiş.
Yani doğru zamanda gelmişim.
“İki çekmeceye o kadar para veremem” diye sessizliği ilk bozan babam oldu.
“iki çekmece?” diye abime “muhabbet ne?” göndermesi yaptım ama abim bekle gör bakışıyla benim gem vurulamaz merakımı 5 derece daha arttırmaktan başka bir şey yapmadı.
“Çekmece değil koca dolap” diye müdahale etti annem.
“Gardırop alsan anlarım ama n’apacaksın o çekmeceleri” diye üsteledi babam.
“Elbiseleriniz ortalıkta fink atıyor”
Annem bir tartışmada “fink” sözcüğünü kullandıysa aslında maçın galibi bellidir. O çekmeceler alınacak…
“Ne çekmecesi bu.” diyorum anneme.
Galibiyetin keyfiyle maçı yavaşlatarak, sakin sakin, “Elbiseleri koymak için” diyor.
“Şifonyer mi?”
“Hah, Şifonyer” diyor.

Babamın bana “gitti paracıklarımla, bittin sen” bakışını aynı anda nasıl attığını merak etmişimdir her zaman. Ama üzerinde durmuyorum zira annemin bana beğendiği kızı benim beğenmememin üzerinden henüz 3 gün geçmemişken ve daha akşam bu konuda hararetli bir tartışma yaşamışken annemle barış yapmak için bu şifonyerden daha iyi bir kurtarıcı olamaz. Babayımı ikna etmek görevini hemen üsleniyorum oracıkta.
“Baba” diyorum. “Böyle çekmecelere elbiselerin konacak, bir çekmeceye kazakların birine şalvarların birine donların, fanilaların falan…”
“Sedirin altındaki selelerin suyu mu çıktı” diyor. “Anan çekmece de olsa kapı arkalarına elbise asma adetinden vazgeçmez”
İşi makaraya sarmak tek çıkış yolumuz.
“Anne, diyorum. Sosyetik mi olacaksın, babama da bir röpdeşömber alalım tam olun bari”
“röp ne şember ne?” diyor annem.
Biz kahkahayı basıyoruz.

Ama hala babamın yüzündeki ifade tam değişmemiş. Bir küçük müdahale daha şart.
“Anne bu şifonyer kararını sonuna kadar destekliyorum. Ama mis gibi sedirleri kaldırp yerine koltuk alman konusunda hala babam gibi düşünüyorum”
Konu sedirdi çek yattı muhabbetine dönüyor.
Usul usul kaçacağım. Üzerimi değişip döndüğümde cezam babam tarafından çoktan kesilmiş olduğunu görüyorum.
“Hastaneye gidip şu ilaçları yazdır gel” diyor.
“Hay hay” diyorum.


!S!L!

Bu da Geçer

Kaç soru dolanır ruhumun çatlaklarında
Bir cevap var aklımda, bedel bin soruya
Uyanır maymunlar, sağırlar duyar, lal konuşur
Kaç ezan gerek gün batımı doğan yalnızlıklara

Uluyan çakalların sesine karışır göğün homurtusu
Dolaşır odalarda iadeli yakılmış mektup kokusu
Bir kaçışın peşinde bin pişmanlığın sorgusu
Yarım hayatlar taşınır, yarım kalplerin sokağına

Sabah olur, akşam olur, sensiz günler değişir.
Kırmızı olur, sarı olur, solan güller değişir.
Unutulur iki kişilik hatıralar dünler değişir
Gün gelir alışılır nikotin kokulu yalnızlığa

Benden Olsun

Son bir çay içelim denize karşı
Sen fincanda söyle
Benimki ince belli
Biraz da demli.
Sen bu yürekte misafirsin
Hesabı bana kesip
Gitmeye hazırsın
Çaylar benden olsun.

Belki önce bir yemek yeriz
Galata da
Sana hafif bir şeyler
Benimkinde bol bol biber
Sen sevmezsin acıyı
Ama seversin
Yürekleri yakmayı
Bu yemek de senden olsun.

Sonra biraz yürürüz
Sarıyer sahilinde
Güneşin batışını izleriz
Böyle hava bir daha gelmez
Bir daha kimse
Seni böyle sevmez
Çerçeveletirsin bu anı
Asarsın odana
Bu resim de benden olsun.
21m08