İstifalara Soft Bir Bakış


Nerede okudum bilmiyorum ama “Son yılların en sıcak günü” diye uyarmış meteorolojideki abiler/ablalar. (Tam da istifa edip bir yaylada emekliliğin tadını serin serin çıkaracak zaman.)
Eskiden biz çok beğenirdik, “Meteorolojiden alınan hava tahminlerine göre. . .”  diye başlayan TRT’nin hava durumu sunumlarını. Ve haliyle inanırdık da. Sonra bir gün o meşhur abi çıkıp “Donsuz günler dilerim” deyiverdi soğuk bir kış günü. Donduk kaldık ekranın başında sayın seyirciler olarak. Sonra bir daha görmedik onu ekranlarda. İstifa etti diyen oldu, emekliye ayrıldı diyen de. . .
Kendi mi istifa etti yoksa kurum sen artık dinlen falan mı dedi bilmiyorum ama bazı durumlarda ufak bir hata tüm doğruları götürebiliyor.  İnsanlar başarısız olduğunda ya da skandal boyutunda hatalar yaptığında, onurlu bir davranış sergileyerek o görevi bırakıyor. Tabi istifalar bazen bir tepki olarak da karşımıza çıkıyor.
Her iki durumda da İstifa vaka olarak önem arz edebilir ama çalışma hayatında var olan, olagelen, olduğunda dünyanın sonu gelmeyen sıradan bir kavramdır.
Sorun ülkemizde istifa müessesesinin pek işlemeyişinde ve biraz da farklı algılanışında yatıyor galiba.
Öncelikle istifa etmek, onurlu bir davranıştan ziyade “ulan ne halt etti de istifa etmek zorunda kaldı Allah bilir” imajını hala korumakta.  Zira Türk siyasi tarihinin son 80 yılında bu ülkenin altını oyanlar, hamuduyla götürenler, arsızlar, yüzsüzler; tüm yolsuzluklara rağmen koltuğuna zamkla yapışmış gibi kalmış,  istifa etmeyi aklının ucundan bile geçirmemiş. Diyelim.
Biri istifa ettiğinde ise arkasında büyük bir baskı olduğunu gördük nadir örneklerde.
Peki, neden istifa etmek bu kadar zor Türkiye sınırları içerisinde?
Başka ülkelerde istifa müessesinin tıkır tıkır işlediğini görürken bizde bunun olmaması bizim onlardan daha az onurlu olduğumuz  anlamına gelmiyor elbet.  
Bu tartışılabilir bir durum ama belli makam ya da mevkilere gelen/getirilen ve sonra da bir takım yolsuzluklara, skandallara karışan “kişilerin” o skandal patladıktan sonra oraya gelmelerini sağlayan güçler/kişiler tarafından  “Daha işin bitmedi, diyetini ödemeden nereye gidiyorsun?” tehdidiyle istese de istifa edemediklerini düşünüyorum.
Bu yorumdan sonra Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının istifalarını “Adamların emekliliği zaten gelmiş bu saatten sonra istifa etseler de her türlü giderleri var” demeye getirdiğimi düşünmenizi istemem ey sevgili okur,  bu bulanık görüntüsünden derin olduğu sanılan sığ sularda.
Genelkurmay Başkanı’nın açıklamalarında istifanın bir tepki istifası olduğunu anlıyoruz. Kurum içerisinde bu olabilir gayet normal.  İşi, kendisini en kötüye hazırlamak olan bir kurumda 4 subayın istifası bir zaaf oluşturmaz.
Fakat Türkiye gibi istifa etmenin zor olduğu bir ülkede böyle pat diye Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının istifa etmesi akla haliyle başka sorular getiriyor.
Madem istifa etmek bu kadar kolaydı, terörle mücadelede onca şehit verilirken ve 30 yılda adam akıllı bir sonuç alınamamışken hangi büyük büyük nedenden hiçbir sorumlu subay istifa etmedi.  En son 13 şehidin verildiği hain saldırıdaki zaaftan sorumlu olanlar neden istifa etmedi de görevden alınmalarını beklediler.
Ya da bu istifa kararı neden 13 asker  şehit olduğu için değil de diğer subaylar hapiste diye alındı.
Şimdi başından beri istifa diyoruz ama aslında istifa falan da etmediler, bildiğimiz emekli olacak bu paşalar. Sonra Cherokee ciplere binip paşa paşa orduevlerinin en güzel nimetlerinden yararlanacaklar. Gittikleri yerde günler öncesinden hazırlıklar yapılacak, orduevlerinin genelde geceliği tek haneli rakamlarla ifade edilebilecek fiyatlarla tutulan süit odalarında kalıp emekliliğin keyfini sürecekler.
Şimdi bu generallerin istifası pardon emekli olmaları TSK’yı zaafa sürükler mi?
Bence sürükler.
Bu mevsimde Ordu evlerinde ya da Sosyal Tesislerde boş süit oda bulmayı siz kolay bir şey mi zannediyorsunuz?

Yolda Arıza Çocuk Halleri


Sabah Osmaniye’den İskenderun’a geçeceğim.
Minibüs henüz boş.
Tekerin üzerine gelmeyecek tek koltuklardan birini seçiyorum. Sabah erken kalkarak kaybettiğim bir saatlik uyku istihkakımı bu 1.5 saatlik yolda doldurmam lazım. Kimse rahatsız etmesin istiyorum. 
Ne mümkün.
Yollarda en çekilmez şey nedir derseniz hiç tereddütsüz huysuz çocuklardır, derim.
İşte onlardan biri annesiyle içeri dalıyor.  Sinirli suratı ve aldırmaz hali benim uyku programımı ertelemem için yeterli neden değil.
Annesinin oturduğu koltuğun yanındaki koltuğa kendinden emin pozlarda bir güzel yerleşiyor.  Seçimde yüzde 10 barajı yüzünden bağımsızdan seçilmiş vekillerin “Al işte buradayım ahanda bu koltuk benim” mesajı içeren koltuk pozunun iki beden üzerini düşünün siz. Demirel bile öyle kaykılmadı henüz hiçbir koltuğa.
Çocuk koltuğuyla duygusal bağlar kurarken, ben de sabah telefonun sesiyle bölünen o güzel rüyanın devam filmini izleyebilme umuduyla başımı koltuğa usulca bırakıyorum.  Bir süre sonra artık uyumaya hazırım.

Tam gözlerimi kapanmaya razı etmiş ve uykuyla aramada birkaç saniyelik zaman kalmışken birden “haayır” sesiyle kendime geliyorum.

Durum şu: Minibüs neredeyse dolmuş. Yani çocuğun oturduğu koltuk ve onun karşısında duran tabureyi saymazsak.
Yaşlı bir teyze ve o teyzenin peşinden hiç ayrılmayan bir amca –ki kesin kocasıdır-  minibüse binmiş oturacak yer telaşındalar.
Amcayı tabureye yerleştiren teyze kendine daha iyi bir mekân arıyor ki bunu bulması pek uzun sürmüyor. Çocuğun oturduğu koltuk kolay bir hedef onun için. Minibüs şoförü de koltuğa para vermeyecek bir çocuktansa koltuğun parasını fazlasıyla hak edeceği bir müşteriyi tercih eder bir bakışla teyzeye yol gösteriyor.
Anne minibüs baskısına maruz kalmamak için çocuğa, “oraya teyzen oturacak sen gel kucağıma otur” diyor.  Teyzenin kendine boş bir koltuk bulma operasyonu tıkır tıkır işlemeye başlıyor.
Ama herkesin göz ardı ettiği bir gerçek var; ufaklık iflah olmaz bir arıza çocuk çıkıyor.
Çocuk koltuktan kalkmak istemiyor. Annesi orantılı güç kullanıp çekip alıyor çocuğu kucağına.
Ama çocuğun koltuk sevdası bitecek gibi değil.
“Ben koltuğa oturacağım” diye annesinin kucağında patırdıyor.
Anni önce güzellikle durumu izah ediyor, demek isterdim ama belli ki çocuk o güzellikle izah aşamasını çoktan aşmış tehditle sindirme döneminde.
Hem de ne tehdit. Çocukların bir numaralı kabusu iğne. 
-Sus artık yoksa iğne geliyor ha!
Ama o da ne? Çocuk bu tehdidi pek de aldırış etmiyor. Bağırma ve tepinmeleriyle minibüsü ayağa kaldırmaya devam ediyor.
Belli ki zamanında kaç defa haylazlıkları karşısında benzer tehditler almış ve bunların gerçekleşmediğini görünce artık bu tehdidi de pek umursamamaya başlamış.
Arsızlığın son noktası neredeyse.
Anne bakıyor kendi tehdidi bir işe yaramayacak yeni stratejik ortak arıyor: “Teyze iğneci, susmazsan sana iğne vuracak” diye işkembeden tehdit yolluyor.
Koltuğa oturmanın keyfiyle “İğne çantamda” diye annenin yanında saf tutuyor teyze.
Çocuk “Vız gelir tırıs gider sizin tehdidiniz” kıvamında “koltuğa oturacağım” nidalarıyla kutsal direnişine devam ediyor.
Anne elindeki son kozu oynuyor. “Amca sana iğne vuracak.”
Sağlık bakanlığı sokakta iğne falan mı dağıtıyor. Ne mendebur bir iğneymiş herkeste de var.

Amca yani teyzenin taburedeki kocası bu savaşta annenin yanında olmak istemiyor.
Onun bu krizi atlatmak için daha barışçıl bir çözümü var.
Ya da daha stratejik diyelim.
“Gel buraya otur” diyor, ikili taburenin yanındaki boşluğu göstererek.
Çocuk bir teyzenin koltuğuna bakıyor bir tabureye.
Alternatif bir koltuk onun isteğini karşılasa da amacına ters.
Bu yüzden mecburen yenilgiyi kabul ediyor ama…
“Hayır” diyor.
Son tercih annenin kucağında kalmak.

Benim uyku mu? O gürültüde bir yerlere kaçtı ve yolun sonuna kadar bir daha uğramadı…

Amy Winehouse Vakasına Farklı Bir Bakış


Bir ikindi üzeriydi yanılmıyorsam. Okunan sela sesine endişeyle kulak kabarttık. Ölen sınıf arkadaşımdı. Daha gençliğinin baharında bir öğretmendi, bizim oraların gözde mesleklerinden yani.  İntihar ettiğini öğrendiğimizde ise şaşkınlığımız bir kat daha artacaktı. Zira bir borcu vardı ama bunu ödemesi için evi ya da arabasını satması yeterliydi. O kendi hırslarına kendini feda etmeyi seçmişti.
Cesedi günler sonra bulundu. Kokudan oğluna sarılamamıştı bile annesi. İnsanlar burunlarını tutarak kaldırmıştı cenazeyi.
Sebep ne olursa olsun intihar edecek kadar bencil bir insan vefayı, güzel bir cenaze törenini bile hak etmiyor belki de. Ölen kendini kurtarmıştır ama peşinde bıraktığı, anne babasına, kardeşlerine, akrabaları ve dostlarına tarifsiz acılar vermiş, arkasında perişan olmuş insanlar bırakarak gitmiştir.
Allah’ın verdiği canı Allah alır mevzusuna girmiyorum bile. Bana katılırsınız ya da katılmazsınız ama kendine ve en sevdiklerine, düşmanının bile yapamayacağı bir kötülüğü yapan bencil ruhların saygıyı hak ettiğini düşünmüyorum.
Yüzbinlerce hayrana sahip bir şarkıcı, bir rol modeli olarak Amy Winehouse’un öleceğini bile bile aşırı dozda uyuşturucuya devam etmesi intihardan başka bir şey değil. (“O gece  içkinin yanında ecstasy, kokain ve ketamin isimli uyuşturucu maddeleri alıp daha sonra vücuduna enjekte ettiği eroinle sonunu getirmiş.” Sonunu getirmiş ifadesi, haberciye ait.) Aldığı yüksek dozu vücudunun kaldıramadığı vs açıklamalar, intihar değil demenin sevimli bir açıklaması sadece.
Dünyada, şartları ondan kat kat kötü olan milyonlarca insan var. Bir ekmeğe muhtaç yaşayan, açlıkla boğuşan, terör korkusuyla uyuyamayan, hayatında hiçbir hayaline kavuşamamış, aksine her gün daha kötüsünü görmüş insanlar yaşıyor yeryüzünde.
 Şimdi çıkıp bana kimse Amy’nin, bu onun tercihi ve dünyaya başkaldırısı, sebepleri vardı masalı anlatmasın. İntihar etmesi için birkaç sebebi varsa etmemesi için yüzbinlerce sebebi –seveni- vardı.
Oysa o, hayranlarını elinin tersiyle bir tarafa itti, uyarıları dinlemedi, annesinin yalvarışlarını, babasının çırpınışlarını kulak ardı etti.  Ve “Dünya umurumda değil” diyerek öyle bencilce ve vicdansızda bir ölümü seçti ki bir törenle gömülmeyi bile hak etmiyor belki de. Bilemeyeceğim, bu onu sevenlerin sorunu nihayetinde.
Fakat benim anlatmak istediğim konu bambaşka. Belki “su testisi” yorumu ağır gelmiş olabilir birilerine ama aslına bakarsanız bu vaka karşısında o yorum masum bir tepki bile sayılabilir. Zira testi, ne taşıyacağı suyu ne de yolu ve taşıyıcısını seçme şansına sahiptir.
Amy vakasında “kırılmaya” giden sonda sorumluluğunun büyük bir kısmı ona ait.
Böyle bir vaka karşısında insanların bu durumu sanki  çok doğal bir şeymiş gibi, sanki trafik kazası geçirmiş, sahneden düşmüş başını çarpmış, kanserden ölmüş, kalp krizi geçirmiş, kırda koşarken ayağı  takılıp başını taşa çarpmış ölmüş gibi…, sadece üzüntüyle karşılamaları ne garip, ne acı. Bu nasıl bir umursamazlıktır, nasıl bir “o yaptıysa haklıdır” patentli hayran olmamalara doyamama halidir, bu nasıl bir beyin uyuşması, gözü kapalı kabullenmedir?
Ünlü bir yıldızın da sıradan bir ölümü olabilir oysa.
Onun sıradan olmayan hali, şarkıcılığı, starlığı vs. ne onun hatalarını görmemezlikten gelmeyi ne de bu hataları sıradan vaka olarak kabullenmeyi haklı çıkarabilir.
Zira onun ünlü olması tüm bunların aksine bir sorumluluktur ayrıca. Onun her yaptığını taklit eden, haklı gören, ona benzemeye çalışan fanları ve hayranları için bu ölüm her şeyden önce örnek bir vaka olmalı. Ders alınacak, aynı hataya düşülmeyecek. . .
Medya mevcut davranış tarzının aksine bu olaydan sonra en fazla bunun üzerine eğilmeliydi bence.  Tıpkı sigara karşıtı kampanyalarda kullanılan, sonu gösteren resimler, videolar gibi bu ölüm,  uyuşturucunun ve alkolün insanı ne hale getirebileceğine en çarpıcı örnek olarak sıcağı sıcağına anlatılmalıydı insanlara.
Belki o zaman bir yıldızın ölümü başkaları için bir kurtuluş olabilir, anlam kazanabilirdi.

Belki o zaman popüler kültür kendi kapısının önünü süpürmeyi öğrenebilirdi.

Bırakıp Gitmek Çok mu Zor?


Çocukluğumda okuduğum yazarları hala gazetelerin köşelerinde görüyor olmak insanı değişik duygulara gark ediyor.  Bazılarında seviniyorum, bazılarına mütemadiyen üzülüyorum, bazılarını görmeye bile tahammül edemiyorum, niye hala yazıyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hatta, medya patronlarının okura işkence çektirmek ya da bir an önce o gazeteyi okumayı bırakmamız için onları orada tuttuğu kanaati varayazacağım neredeyse.
Yaşlı insanlara mahkûm olmak güzel ülkemin makûs talihi olsa gerek, diyeceğim ama yaşlı politikacıları seçen de bizim halkımızdı yıllar yılı. Demek ki bizde de sendromlara doyamam durumu mevcut. Güniz Sokak sendromu da var misal, henüz adını komaya bile utandığımız.
Elbette ki tecrübe, çevre,  falan filan, bunun farkındayım ama bu kadar fazla tecrübe de insana temcit pilavı tadı veriyor Amcabey. Yazarın da zeki çevik aynı zamanda sadece 60 yaşını geçmeyenlerini görebilsek gazete sütunlarında fena olmazdı. Düşünün işte Cumhuriyet Gazetesi yazarlarını takip ediyorsanız kendinizi 80 yaşında hissetmeniz pek ala mümkün ki bunun psikolojik tedavisi de yok maalesef.  Yazının bir yerlerinde birden 10. Yıl marşı çalacakmış tedirginliğinde okumalar felan.  Tehlikenin farkında mısınız?
Türk gazetelerinde 60 yaşını devirmiş köşe yazarı sayısı 40’ın üzerinde ki bu sayı yüksek kalibreli köşecilerden seçilmiş olup, -dikkatinizi bu tarafa alayım- spor, tv, magazin vs. gibi diğer mahallenin yazarları bu istatistiğe dâhil edilmemiştir. Benim naçizane görüşüm bu yazarların yerini genlere bırakıp, bir sahil kasabasında toprakla uğraşmaları, olmadı anılarını yazmalarıdır.

Tabi hemen burada bir şerh koyalım; 60’ın üzerindeki her yazar kötü yazıyor diyemeyiz. Mesela bir Engin Ardıç yazmayı bıraksın istemem. Onun mizahi tarzıyla yakın tarihi didik didik eden yazılarının bir benzeri henüz yazılamadı. Hakkı Devrimin de kalması taraftarıyım. Türkçe hassasiyeti için. Yavuz Donatı küçüklüğümden beri okurum, o da henüz yeri doldurulamayacak kadar farklı bir tarza ve siyasi iletişim yeteneğine sahip. Kararsız kaldıklarım arasında Fehmi Koru var ki; aslında bende yeri büyüktür. Onun yazılarıyla büyüdüm nerdeyse ama o da eski tadı vermiyor.  Hıncal Uluç ve Bekir Coşkun’u ben pek sık okumasam da hala onlarda bir şeyler bulan azımsanamayacak bir okur kitlesi var.
Okurun değişimi sevmeyeceği fikriyatına haiz köşeciliğin çınar ağacı mesabesindeki kana(a)t önderlerinin aksine genç yazarların gazetelere artı değer katacağı kanaatindeyim. (Kanatsa kanat, tüyse tüy, kılsa yumak, yumaksa kedi, uzar yani. ) “Ben çekilmem siz şimdi yapamazsınız, ortamı bilmiyorsunuz, kimseyi tanımıyorsunuz, okur da benim yerime seni görünce şaşırır, sonra gazeteyi bir daha okumaz,” demeye getirmeler, okuru da kendisi gibi hala değişmemiş sanmalar. Tamam yazmak ve bunu birilerinin okuması vs. tarifsiz ve de her mesleğe nasip olmayan duygulardır ama insan 'Rabbena'dan başka dua da bilmeli.  

İnsan, yanındaki hayat arkadaşından sıkılıyor ve evliliği canlandırmak için yeni atraksiyonlar arıyorken,  40 yıldır aynı yazarı okumaktan pek ala sıkılabilir. Ve bu durumu değiştirmek için de yazarın yapabileceği hiçbir şey yoktur.  Düşünsenize artık; yazının başlığına bakıp giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini gözünüzde canlandırabildiğiniz. Hangi noktalama işaretini yanlış kullanacağını, hangi kelime kalıbını kalemine doladığını, birazdan yazının içinde bir yerde kime sarmaya başlayacağını tahmin edebildiğiniz bir yazarı okumanın neresi heyecan verici olabilir ki?

Hala daktiloyla yazı yazıp Faksla yollayan, bir mail adresine bile sahip olmayan, 1930’ların Türkiye’sinde yaşadığını düşünen,  yeni şeylerden hazzetmemekle birlikte yeniliklere de köşesine sırtını dayayıp mütemadiyen ayak direyen yazarlar bilsinler ki kenara çekildiklerinde yerlerini dolduracak ve işini hakkıyla yapacak genç kalemler var. 

Ahmet Hakan'ı Anlayamama Klavuzu 1. Cilt

Sevin ya da sevmeyin, hayran olun ya da nefret edin, olmadı önce nefret edin sonra sevin ve birlikte köylerde pardon koylarda saklambaç oynayın, ama şunu kabul edin ki Ahmet Hakan Coşkun (Bundan sonra “Ahmet Hakan” olarak geçecektir.) farklılığını ilginç kılabilmiş bir kişilik, Türk köşelecilik endüstrisinden iletişim fakültelerine pas edilmiş harika bir muz orta, tez konusu olmaya aday bir vakadır.

Tabi insan bunları yazarken biraz içi acışıyor. Nerde o mazinin kah iskelesinde başı önde mütevazi mütevazi dolaşan kah sancağının dibinde ufuklara bakarak poz veren  cool  ve de daha dingin Ahmet Hakan;  nerde Twitter’ın  derin sularının sarhoşluğunda kendini kaybetmiş twitlemelere doyamayan, malzeme çıksın diye o bar senin bu Alaçatı benim, o tekne Gani Müjdenin - ona binemeyiz-, olmadı gidelim Cenk Eren’i izleyelim, yeni aşklara da yelken açalım  - Gani Abi çok inatçı çıktı, Ece’yi arayalım- modundaki Kendi Magazinini Kendin Yap-Sat AŞ. ceosu  hiperazzi Ahmet Hakan. Cümle uzamaktan kopacak nerdeyse.
Ben genel görüşün aksine Ahmet Hakan’ın (ki bundan gayrı “ahmethc” olarak geçecektir.) muhafazakâr sağdan sola yapmış olduğu keskin manevranın sonucunda bu hale geldiğine katılmıyorum. Zira öncelikle bizdeki sol anlayış orijinal solun korsan yazılımı bile sayılmaz. Sonra,  çekirdekten yetişmiş Muhafazakarların dini vecibelerini terk etmesi her zaman ahmethc etkisi yapmıyor, yolunu şaşırmış bünyelerde. Kaldı ki ahmethc solculuğuyla değil soluk soluğa o gündemden bu gündeme zıplamasıyla meşhur bir medya kan-gurusudur. Ve kesesinde daima Twitter’daki yoldaşlarına en lezizinden bir makbule, olmadı bir melemen çıkartabilecek malzemeye sahiptir.

Allah var Twitter’ın hakkını fazlasıyla veren ünlülerdendir kendisi. ahmethc’ın olmadığı bir Twitter çaysız yenen simit gibidir. Yokluğunda bir şekilde idare edersiniz ama varlığı ayrı bir keyif katar.
Aslında Twitter ’da ahmethc’ı (bilahare AHC olarak geçecektir.) popüler yapan şey “seni Allah kahretmesin” yaklaşımıdır.  Onu takip edenlerin ve yazdıklarına cevap verenlerin yarıdan fazlası ondan hazzetmeyenlerden oluşuyor olması bir paradoks değildir. Aksine tam da insan doğasına uygun bir durumdur. Zira insan sevmediği şeyi söylemeyi sever.
Bunun yanında onun takipçi kitlesi geçenlerde silikonlarını gösteren zanaat erbabından biraz farklılık arz ediyor. Genel olarak daha entelektüel diyelim, boşlukları siz doldurun. İşte belki de sırf bu yüzden biraz hiperaktif biraz da mazoşist bir yapıya sahip olan yazarı sosyal medyada enteresan twitler atmaya zorlayan neden de bu kitle olabilir mi?
“Öz sürgününde garipsin, öz tatilinde parya.”  diye yazan ya da bir tivitinizi “sığ mı, derin mi, boy versek gelir mi?” diye saatlerce tartışan bir takipçi kitlesini sıradan mevzularla tutabilir misiniz? Tabi burada sıradan olmamaktan kastımız ilginçlik. Yoksa kimse ondan ne Serdar Kuzuoğlu gibi yeni haberler ne de Emre Uslu gibi derin analizler ve komplo teorileri bekliyor.
Yoksa AHC takipçilerine pek de bir artı kazandırmıyor. Eğleniyor, eğlendiriyor, tartışıyor; dertleniyor yazıyor, sinirleniyor yazıyor, arada başı derde giriyor, bazen  “hadi uyuyalım” diyerek bir anne kan-guru şefkatiyle followlarının üzerini örtüyor, ama olmuyor uyku tutmadı deyip tekrar başlıyor yazmaya.

Görünen o ki Twitter Ahmet Hakan için vazgeçilemez bir alan olup çıkmış. Yoksa bazen öyle tepkiler alıyor ki her insanın ha deyince sindireceği ve kaldığı yerden devam edebileceği bir durum değil.
 Yazıma AHC (mütemadiyen “O” diye geçecektir) tarzı cümlelerle nihayet vermek istiyorum sevgili okur.
O sadist olmayı beceremeyen bir mazoşisttir.
O kaybettiği dinginliği coşkuda arayan bir hiperaktiftir.
O acemi magazinlemeleriyle magazine gündem olandır.
O alkışı da, ihaneti de aynı minval üzerine dizendir.                 
O kapalı genç kızların Retweetcisi, akıncıdan bozma şövalyesidir.
O kara mizahı da fıtık edecek ayarsızlıkta kara mizahçıdır.
O Twit yazmaktan tatilde yorulan yegâne insandır.
O ne etmişse bu post modern zamanlarda kendine etmiştir.

Orta Sınıf Ünlülerin Twitter ile İmtihanı -1

Twitter’ın sosyolog ve psikologlar için inanılmaz doneler barındırdığı su götürmez bir gerçek. Hatta felsefeciler, antropologlar, filoloji uzmanları, kardiyologlar, veterinerler, kabzımallar ve de nohut-pilavcılar için de öyle olabilir. Bilemeyeceğim artık. 

 Daha önce, sadece askerde gördüğümüz farklı insan türlerinin elit bir versiyonuyla burada hemhal oluyoruz hayretlerimizle. Bu durum biz sıradan insanlar için ne kadar hayret verici ve bazen de kimya bozucu etkiye sahipse, ünlüler söz konusu olunca birkaç kat fazla senkron kaymaları yaşatabiliyor. Yani en azından biz “Bu tanıdığımız ünlü şahsiyet hakkaten bu mu yoksa feyk mi?” diye düşünmeden edemiyoruz başta. Lakin alışma, kaynaşma ve enseye tokat aşamalarında ‘Evet bu gerçekten o ama o bu mu şimdi yani‘ ye kadar inebilen hayal kırıklıkları da olabiliyor.
“Orta sınıf kıvamındaki ünlüler” için Twitter fena halde bir sınanma yeri.  Tarkan, Sezen Aksu gibi best seller olmuş ünlü isimlere burasının katacağı çok fazla şeyin olduğunu düşünmüyorum. Hayransa hayran, sevgiyse sevgi, magazin gündeminin mantionlarında, RTlerinde, yer imlerinde ikametse ikamet.  Bol bol var en nihayetinde. Açtıkları hesapları da kimseyi takip etmeden kimseye cevap yazmadan sevgilerine sevgi hayranlarına hayran, RT lerine RT, PRlarına PR katıyorlar zaten.
Henüz sık ziyaret edilenlerde bir arsa, bir daire, olmadı bir dükkan  sahibi ünlü olmak için yemesi gereken birkaç fırın ekmek ve atlaması gereken birkaç leveli olan  “orta sınıf ünlüler “ içinse Twitter bulunmaz PR fırsatlarıyla dolu.  Hilal Cebeci örneği her ne kadar örnek sayılmayacak kadar abes bir durum olsa da üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Zira insan takipçi kazanayım derken, kendisi kaybediyor, iffetini yolda düşürüyor, saygınlığını paspas ediyorsa aklı yerine testosteronu ile hareket edenlerden kazandığının bir önemi olmuyor.
Bu fırsatı hakkıyla kullananlar var. Fakat Twitter okyanusunda pusulasını kaybeden,  rotasını şaşıran, bazen sert bir kayaya toslayan, bazen de suların dibine gömülenler de var. Twitter sosyal medya uzmanlarının üstüne basa basa vurguladığı gibi bireyler arasında dikey bir iletişimi değil, yatay ve eşitlikçi bir iletişimi sağlıyor. Bunun da anlamı şu; Dün sizin tepeden baktığınız sıradan insanlar Twitter içinde en az sizin kadar ünlü olma şansına sahip. Sizden daha fazla takipçi bulabilir ve sizinle eşit şartlar altında tartışabilir.
Lube Ayar, ismet Berkan, Ahmet Tezcan, Cüneyt Özdemir,  gibi durumu çok iyi idare edenler, eğlenenler olduğu gibi. Twitter macerasında derin yaralar alabilenler, tökezleyenler ve buranın dayanılmaz hafifliğinin altında ezilen orta sınıf ünlüler de mevcut.  Bu biraz acemilikten biraz da Twitter’ın bu halinin pek farkında olmamalarından kaynaklanıyor.
Geçtiğimiz günlerde bütün artistliği ve starlığı(!) orada tuzla buz olan;  “ İnsan yanına gelince tir tir titriyor, ama oradan sana “sen” diye hitap ediyor.” yakınmalarıyla hesabını kapatacağını açıklayan Demet Akalın. Mesela İclal Aydın gibi isteyen herkesi takip edeceğim deyip sonra üzerine gelen büyük dalgaları görünce followlamaktan bitap düşüp perişan olanlar. Ya da Sevdik Sevdalandık  şirinliğiyle ilgi toplayıp o ilginin gölgesinde kalan sözünü tutmayan üstelik bile bile “İnkar Ediyorum” kolaylığını seçen ünlü gibi.
Melih Gökçek ve Erol Köse müthiş bir özgüvenle ve -genelde- büyük harflerle yazan ama kendileri eğlendiği gibi takipçilerini de bir hayli eğlendiren ilginç örneklerin başında geliyor.
Fakat elimizde bir Ahmet Hakan örneği var ki onu anlatmak başlı başına bir yazı konusu. 
Biraz bekleyin, onu da anlatacağım.


Üç Harflik Bir Hayalsin Sen Aşk

Ben sevemem seni Leyla bakışlı yar.
Kör olmuşum tığ kılıklı karanlıklarda
Yolumu kaybettiren beyhude sözleri var.
Her gelen bir ateş yaktı ve gitti dağımda.
Gözümde sönmüş bin volkanın izleri var.
Ben göremem seni Leyla bakışlı yar.

Ben yağmuru buluttan önce görürüm yar.
Bakma dilimin damağımın kuruduğuna
Sağnak sağnak yağarken içime sevda alevi
Batmadan kestirme yalanların patika çamuruna
Kulağımı tıkayıp avazım çıktığı kadar ıslanmışlığım var.
Çünkü ben yağmuru buluttan önce görürüm yar.


Sen kaderi kaşın gibi çizgi mi sandın  yar.
Surlar çekilmiş nasipsiz, kurak  yazıma
Çizgi çizgi  bozarım, yeniden dizdiğim cümleleri
Rüzgar ölümü anlatır yıkılmayan kayalara
Duymadığım şarkıları ezbere okumuşluğum var.
Ve sen kaderi kaşın gibi çizgi mi sandın  yar.

Üç harflik bir hayalsin, sen aşk ya da sen yar.
Boğazına buğday tanesi durmuş kuşlara
Söylemezler hayallerimde kurduğum bahçeyi.
Bu yüzden tek çivi çakmam vefasız duvarlara.
Kırık bir  aynaya saatlerce bakmışlığım var.
Sadece  bir hayalsin, sen aşk ya da sen yar.

Direnmek

Toplanır gelir en kalabalık hasretler.
Kapanmaya yüz tutmuş yaralarıma
Tuz basar hatıralar.
Bir filme bakar gibi hafızamda geçmişim.
Sana susamış sensizliği içmişim.

Yağmur damlası hüzünleri
Sabahı olmayan gecelerde toplarım.
Parçalara böldüğüm çaresizliği
Her sabah kapımdan atarım.
Yaslanırım kırılmaya yüz tutmuş ümitlerime.
Hiçbir teselli merhem olmaz
Eşkâli bilinmeyen dertlerime.
Ağır, derin ve sessizce düşerim.
Direnmek kendime direnmektir.
Direnmek delirmektir.
Bilirim. . .


Şikeyi Değil,İçimdeki Şüpheyi Yazdım

Aslında şike konusunda yazmayı düşünmüyor,  hatta sosyal medyada da bu konuda konuşmaktan kaçıyordum. Zira bu ülke, ne zaman kaldıramayacağı kadar büyük bir gündeme hapsolsa altından bir çapanoğlu çıkar. Şimdi ben, şike konusunda yazıp da o çapanoğluyla hapahap gelmeyi de istememem açıkçası. Mümkünse almayayım modundaydım. Ta ki  Ankara’dan bir arkadaşın arayıp; “Şikeden sonra çok düşünceli gördüm seni, o kadar çok düşündün ki iki kelam etmedin bu konuda.” diye sarı-lacivert akan damarlarıma siyanür gazı pompalaması üzerine şikeyi değil ama içimdeki şüpheyi yazmaya karar verdim.

Bilen bilir, bahis ile şike; çayla simit, karpuzla peynir, Edi ile Büdü, Hilal Cebeciyle Banu Alkan gibidir. Birinin olduğu yerde değeri de mutlaka bulunur çoğu zaman. Şimdi futbolda şike var mı diye diye sormak, dünya yuvarlak mıydı yoksa altıgen miydi diye sormaktan daha saçma. Bu soruya da hayır yoktur diye cevaplamak ise dünya yamuktur sözü kadar manalı ama onun kadar da yalandır.
Şikeye bulaşan vardır, bulaşması için zorlanan vardır, bulaşsam mı acaba diye düşünen vardır ya da neme lazım diye sadece oyununa bakan bulaşmayan da vardır ama şike gerçeği futbolun hatta sporun -biz her ne kadar istemesek de- gerçeğidir. Bu gerçek değişir mi? İddia sporun içinde olduğu sürece, dünya gaz ve toz bulutuna dönüp tekrardan yeni hali üçgene geçerse belki… Yani demem o ki birileri boncuk bulmuş gibi sevinmesin. Ya da “Allah Allah şike mi? Çok pis şaşırdım.” diye kimseyi kandırmasın.
Fakat bu operasyonun, ligin en çok taraftarı olan takımının başkanına kadar gitmesi ya da oradan başlaması neresinden bakarsanız bakın kazın ayağı konusunda insanın içine şüphe tohumları ekiyor. Bu operasyon bir şike operasyonundan çok bir hesaplaşma gibi duruyor. Hedef, şikecilerin kramponlarını temizlemekten ziyade, bu bahaneyle Aziz Yıldırımı alaşağı etmek değilse, muhtemelen diziler sezon finallerini yapıp gittikten sonra psikolojisi bozulan Türk halkı için yeni bir heyecan yaratmak olmalı.
Fenerbahçe’nin ligden düşürülmesi bu aşamada sadece sözde kalacak. Şöyle ki: öncelikle Süper lig için, Fenerbahçe’den mahrum kalmak “kambersiz düğün” etkisi yapacaktır. Zevksiz maçlar taraftarsız tribünler ve futboldan soğumuş büyük bir kitle.
Sonra işin ekonomik sonuçları fena halde can yakacağa benziyor. Özellikle iktidarın yeni dönemde böyle bir krizi isteyeceğini düşünmüyorum. Ne de olsa artık onlar usta.
Ve tabi en büyük sıkıntı, böyle adaletsiz bir soruşturmanın neticelerinin taraftar üzerindeki etkisi sokaklara sıçrayacak büyük tepkilere neden olacak. Bu ülkede bu kadar büyük bir sorumluluğun altına girebilecek bir hakim ya da savcı bilen var mı?
Bu yüzden gelişmelere geniş bir çerçeveden bakmak gerekir. Bana kalırsa bu operasyon daha büyük bir operasyonun, bir dizayn çalışmasının parçası. Hadisenin arka tarafında dönen gelişmeler vakıf değiliz fakat büyük resimde o kadar flu kısımlar var ki insan ister istemez derin şüphelere gark oluyor.
Hadi diyelim ki operasyon Aziz Yıldırım’a karşı da yapılmamış olsun, yine de içinde bulunduğumuz zaman, yani siyasi krizler yeni dönemdeki siyasi yapılanma ve yalpalanmalarda “bazı şeylerin” belki de gündemin odak noktası olması istenmiyordur. Kim bilir. 

Kişinin Hikayesi İsmiyle Başlar

İtiraf edeyim, çocuklara verilen isimler, daha doğrusu o ismin arkasındaki hikâye her zaman ilgimi çekmiştir.  Mesela bir defasında Ali Can LAKOT  ismine takılmışlığım bile vardır. Bir çocuğa Alican diye hitap edilmesi sempatik gelebilir ama koca adama hala Alican demek komik.  

Anne baba o sırada ne düşünüyorlardı, nereye gitmişti akılları, hangi çok çok çok büyük gerekçeyle çoğuna bu ismi verdi sorusunu manasızca sorduran isimler de var. Mesela ben “Pirinç” isimli bir teyze biliyorum. Bildiğin pirinç.  
Kiraz, limon, çilek, gibi bir sempatisi olan meyve sebze isimleri varda “enginar” hangi akla hizmet konulmuştur, çocuk büyüyünce bu isimle nasıl yaşar diye düşünülmemiş midir merak ederim?
Eskiden doğum kontrol müessesesinin, doğum kısmının gayet seriye bağlanmış şekilde uygulandığı ama kontrol kısmında fren sisteminin pek de çalışmadığı durumlar için  “Bu önlenemez yükselişe, bir dur diyelim artık” diye çocuğun ismini “dursun, yeter, durdu” koymalara doyamamalar varmış. Bir nebze bu kabullenilebilir bir durum. Zamanımızda gelişen teknoloji ve tıp sayesinde artık bu isimler tedavülden kalktı haliyle.
“Okşan” gibi benim burada yazarken bile “Hay sizin gibi anne/babayı Allah bildiği gibi yapsın” diyesim geldiği isimleri hangi kategoriye koymak lazım,  karar veremiyor insan. Hiç duymadım ama nüfus kayıtlarında olduğunu okuduğum “Jandarma” isminin de hikâyesini bilmek isterdim açıkçası.
Bizim oralarda “Savcı” isimli bir amca var. Bu ismin hikâyesi şimdilerde dizilerden etkilenip çocuğa dizi kahramanının isminin verilmesine benziyor. Yalnız burada küçük, hikayeyi  güzelleştiren bir detay var. Efendim, bir zamanlar köyün birine bir savcı gelir. Savcı bildiğiniz karizmanın insan suretine bürünmüş hali, üstelik de oralarda kral mesabesinde bir etkisi var. Savcı bey ismi köyde yankılanırken, o sırada oğlu olan bir vatandaş bu yürüyen karizmadan etkilenir ve çocuğuna Savcı ismini koyar. Babanın bilmediği ise “savcı” bir erkek ismi değil unvandır.
Bazıları kendi hikayesini kendisi yazar. Anadolu’nun bir köyünde kırklı yaşlarda 4 kişinin isminin Torun olduğunu öğrenmiştim. O dönemin modası olmalıydı bu isim. Ama içlerinde biri vardı ki onun ismi kadar lakabı da ilginçti: Şöyle böyle Torun. “Koskoca adama şöyle böyle denir mi? Ayıp değil mi?” diye saf saf sordum. Meğerse kazın ayağı öyle değilmiş. Bu Torun Amca, bir işi mutlaka yapacağına dair köylüyle iddialaşır, öyle hırs yapar ki ortaya kendi ismini koyar: “Bunu yapmazsam bana da Şöyle Böyle Torun desinler” der. Zaman gelir o iş olmaz. Ve tahmin ettiğiniz gibi, amcanın artık bir lakabı vardır.
Zaman artık eski zamanlara benzemiyor. Anne babalar çocuk daha doğmadan hatta bazıları işi abartıp temel atma çalışmalarından ya da evlenmeden önce bile çocuğun ismini belirleyebiliyor. Bu önceden isim belirleme olayı her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor oysa.


Uzaktan bir tanıdık karısının ikinci çocuğa hamile olduğu müjdesiyle tatlı bir uykuya dalmışken rüyasında Ak Sakallı Dede’yi görür. Artık nasıl bir beklentidir  ne önlenemez bir istektir bilinmez ama rüyasına giren Ak Sakallı Dede ilk çocuğu kız olan ve ikincisinin oğlan olmasını bekleyen arkadaşa günün ikinci güzel haberini rüyasında verir. “Bir oğlun olacak oğul” der.  Bu sevinçle uyanan arkadaş, yemez içmez tüm çocuk isimlerini kitaplardan internetten tarar günlerce isim arar. Ve sonunda bulur da.
Fakat, iki ay sonra çocuğun cinsiyetini bir de Ultrason Dede’den öğrenmek isteyen baba eşini alıp hastaneye gittiğinde Ak Sakallı Dede’nin kendisini fena halde kandırdığını öğrenir. Bebek kız doğacaktır. İnsan bu hikayeden sonra Ak Sakallı Dede’ye de inanamayacaksa batsın bu dünya diyesi geliyor.
Efendim siz siz olun doğmamış bebeye don biçerken pardon isim koyarken bir kez daha düşünün. 

Bir Türkiye Gündemi Olarak Hilal Cebeci; Merak, Şaşkınlık ve Utanç


Şike dolu bir Twitter sabahına uyandık Pazar günü. Yemin krizi, Ali ile Ayşe, Madımak, Cehennem Melekleri. . . Hepsini bir çırpıda TT çöplüğüne atacak yeni bir gelişme vardı artık. Gözünü üfelemeden Twitter’ı açanlar, okudukları karşısında “hala uyanamadım galiba, bi yüzüme su döküp geleyim”  diye lavaboya koşup tekrar baktıklarında, “Bu şike olayı haftanın bombası olur arkadaş “diye düşünüyorlardı artık. 

Allah var, Türkiye’de Kavak Yelleri dizisi kahramanlarının sevgili değiştirmesinden daha hızlı değişen bir gündem olduğunu biliyordum ama Twitter’ın  bir Pazar gününde iki bomba gündemi göreceği aklımın ucundan dahi geçmezdi.  Ta ki gecenin bir vakti Hilal C.’nin  o –artık- meşhur “Before Bed” pozunu görme ve TDK’yı “biz bu millete hitap etmeyi bile öğretemediysek niye buradayız”  diye toplu istifaya sürükleyecek “pompiş” kelimesini okuma talihsizliğini yaşayana kadar.
Bu ani değişen gündemler beni hep kıllandırmıştır.  Mutlaka daha önemli bir konuyu gündemin arka sıralarına yollamak için yapıldığını düşünür ve bir süre konuya mesafeli durur, soran olursa da biliyorum ama tanışmıyorum duruşumu korurum.  Lakin gördüm ki insan istese de bazı gündemlerden kaçamıyor.
 Pazar sabahına düşen şike bombasını bile bir çırpıda geride bırakan, Zekeriya Öz sayesinde yeniden hatırlamak üzere olduğumuz Ergenekonu hatırlamadan unutturan, Meclis başkanlığı seçimini sıradan bir grup toplantısına çeviren, çalışan kesimin haftalık mutat kabusu pazartesi sendromunu yer ile yeksan eden  Hilal C.’nin kendisi “keyfi ve kahyası” Twitter’da TT olmuşsa dünyanın başka bir ülkesine falan kaçılır, yeni arkadaşlar yeni takipçiler bulunur ve bir şekilde bundan kurtulur insan?
Fakaaat, ya malum şahsın malum yerleri worldwide TT olmuşsa nere kaçabilirsin artık? Ve işin en kötüsü, ecnebilerden biri çıkıp da “Why Hilal Cebeci'nin is trending, and 'memeleri' isn't?” diye sorduğunda verilebilecek bir cevaptan önce girilebilecek bir fay hattı, yeryüzü çatlağı var mıdır?
Merak ediyorum eskiden sağa sola bomba koyup, izinsiz moltoflu vs gösteri yarak,  siyasi ve dini çatışmaları körükleyerek, PKK’ya eylem yaptırarak gündem değiştirenler;  Hilal C. sonrası “Onca masraf yapıp, risk alıp bin bir çeşit komplo teorisi üreterek ülkeyi karıştırmaya çalıştık ne kadar aptalmışız” diye kafalarını duvarlara vuruyorlar mıdır?
Ben Türkiye gündemini böyle avucunun içine alıp ufalayan bir vak’a karşısında spontane gelişmiş bir durum mu yoksa özenle seçilmiş bir gündem midir hala karar veremedim.  Ama artık şundan eminim; pazar gününün bana öğrettiği bir şey varsa o da suni gündemden daha feci olanı Hilal C. gündemidir.
Konu yaz yaz bitmez elbet ama aklıma takılan bir detay var; onca masraf yapıp Türkçe Olimpiyatları yaptıktan sonra o çocuklardan biri kalkıp da arkadaşına pampiş diye hitap ederse ne olacak?  

http://twitter.com/hilmisili